İt iti ısırmaz derler. Yalan. İti esas it ısırır.
Şam neye benzer bilmem. Afrin’i biraz, Kamışlo’yu çok bilirim
ben. Bildiklerimin hepsi mecburiyetten benim. Ehli dil birbirini
bilmemek insaf değil. Salı günleri bilhassa. Salı günleri toplantı
günüdür Kamişlo’da.
Nusaybin’den Kamışlo’ya yürüyerek geçermiş eskiler. Öyle
anlatırlar. Kırmızı kar zamanları. Buraya kar yağmış, kar kırmızı
yağmış, onu gören olmuş ve onu görenlerden hâlâ hatırlayanlar var.
İnsan ne tuhaf mahluk.
Kahvede kırmızı kardan bahsedildiği günlerden biriydi. Bıyığı
sarma sigarayla nişanlı dayılardan biri onlarca kez duyduğumuzu
şeyleri anlatmaya başladı aynı iştahla. Bir cümle, iki cümle, üç
cümle, dört cümle. Dedim herhalde beş olmaz. Hadi beş oldu, altı
olmaz. Altıncı cümlede bitirir gider. İnsan altı cümlede neler
neler anlatır ama, değil mi? Ülkeler kurulu, ülkeler dağılır altı
cümleyle. Yedinci cümleyi kurdu. Taştım artık, nereye taşacağımı da
bilmeden. “Hitler’in en uzun konuşması bile altı cümledir be!”
Uyduruyordum. Altı cümleyle konuşan Kemal’di. Bir yerden duymuştum.
Muhsin Kemal.
Muhsin Kemal Nusaybin’in gelmiş geçmiş en bilge adamıydı.
Bilgelik ondan sorulurdu. Bilge olmak için doğmuş bir kraldı.
Çakmaklara gaz kralı. Orada, Ziraat Bankası’nın önündeki kaldırımda
dururdu tezgâhı. Yılda iki kere yerinden kalkardı. Belediye
başkanının kardeşinin şirketi yılda iki kere kaldırım ihalesi
alırdı çünkü. Biri yaz, biri kış. Yılın geriye kalanında bilgemiz,
Ziraat Bankası’nın kırmızı tabelasının duldasında gelene geçene
bakar, kimine gözlerini kısar, kimileyin de saatlerce kafasını
yerden kaldırmazdı. Çakmaklara gaz işin maskesiydi. Bahanesiydi.
Meşhur olmuş sözlerinden biriydi Muhsin Kemal’in: “Bu maskenin
ardında etten fazlası var. Bu maskenin altında bir fikir var ve
fikirlere kurşun işlemez!” İki cümle. Temiz.
Adamın uzun konuşması aslında bahaneydi. İnsanlar benim kurtlu
olduğumu söylerdi. Duyardım. İlk başlarda fısıltıyla söylenen
sözler alenileşmişse, para kazanmanız gerekir. Para en çok bu işe
yarar. Susturur. Param yoktu. Kurtluydum. İnsanlar ardımdan aleni
biçimde, fısıltıya falan hiç gönül indirmeden laf ediyordu. Nadide
kamer miyim ki fısıldaşsınlar? Ben yediye tahammülsüzdüm. Herhangi
bir şeyi saymaya başlarsam ve o altıyı aşarsa belamı bulurdum.
Bulmak için aranırdım. Genelde de bulurdum. Nusaybin sinirli
insanların memleketiydi. Sanırım Allah buraları sinirli bir
zamanında yaratmıştı. Yedinci günü beklemeden.
**
Salı günleri Kamişlo’da altı kişi toplanırız. Konumuz yedidir.
Yedi askı, yedi barbunya, yedi aşk, yedi ölüm, yedi radyo, yedi
köpek, yedi nefes, yedi şeytan. Hepsi. Bir şeyin konu olması için
sayılabilir olması yeterlidir. Dünyada henüz sayılamayan hiçbir şey
bulamadık. Biz, altı kişi Kamişlo’da sayılamayan bir şey bulmak
için buluşuruz her salı. Hepimiz Nusaybin’den kaçakçı kılığında
geçeriz. Bir defa sınırına geldik sayılamayan şeyin. 666.
buluşmamızdı. Ve konumuz Allah kitap mushaf üzerine yemin ederim ki
iblis değildi. On iki senedir toplanıyorduk. On iki virgül yedi
senedir.
Konumuz Muhsin Kemal’in rozetleriydi. O kadar bilge bir adamın,
bir kralın onlarca rozeti olduğunu düşünüyorduk. Hatta Üç’e göre
yüzlerce rozeti vardı kesin. Çünkü haftanın altı gününde sokağa
çıkabilen, yedinci gününü uzun bir uykuyla geçirebilen Üç üst baş
sorumlumuzdu. Kimin kaç renk elbisesi var, hangi gün hangi ayakkabı
çeşidi giyilir, şemsiyeler kaça ayrılır, çoraplar ayakta kaç boğum
yapar, hepsi ondaydı. Uzmandı da. Uzmanlığı en belirgin olanımız
oydu. Üç, Muhsin Kemal’in yüzlerce rozetinin içinden çıkamadığını,
ne yapsa ne etse altıya bölemediğini düşünüyordu. Ona göre
sayılamayan şeyler, sayarken artık sonsuza giden şeyler yokluktu.
Dolayısıyla, sayamıyorduysak, aslında sayılamayan bir şeylere
yaklaşmışız manasına geliyordu. Gelebilirdi en azından. Dört, hemen
kendi uzmanımsılığına başvurdu. “Uçaklar da var, günde kaç tane
geçiyor, onları da bazen sayamıyoruz.” Bir, bu önesürüşü heme
püskürttü. Aramızdaki tek dürbünlü oydu. Kuşları gözlerdi. Bir de
köpekleri. Ovanın en ucunda koşan köpeğin kaç dişi olduğunu bile
bildiğini iddia ederdi. Sanırım bilirdi de. “Uçakların dibinde
numaraları yazıyor. Ben şimdiye kadar sayılamayacak iki uçak tespit
ettim. Biri çok hızlı uçuyordu, jet dediklerini duydum. Birinin de
kar kalmıştı yazısının üstünde. Alaska’dan Bodrum’a uçuyormuş,
yolunu şaşırıp buraya çevirmiş rotasını. Günlerce yazdı gazeteler
sonradan.”
Toz zerreciklerinden buğday başaklarına dek, sayılabilen her
şeyi konuştuk. Mikro biyologlardan yardım alarak buğday tanelerinin
bile ortalamasını alıp altıya bölebiliyordu İki.
Komünist olduğunu düşünüyorduk Muhsin Kemal’in. Orak çekiçli
rozeti bunun ayan beyan deliliydi. Düşünmeye bile gerek yoktu.
Tarihleri karıştırmayı severdi. İddiasına göre mahallesini
kurtarırken Lenin’den yardım bile almış. Hesaplarımıza göre, 1917
tane orak çekiçli rozeti vardı.
**
Yaşlılar, hava kar topluyor diyormuş durmaksızın. Hayatında kar
görmemiş, ancak adını duymuş ahali de göğe bakıyormuş ağızlarını
bir karış açıp. Kar toplayan hava bu mu, onunla tanışmalıyız o
zaman dercesine. Merkez mahalledeki caminin imamı, henüz adı Halk
Eğitim Merkezi olmayan okulun aslen Fransızca mezunu olup sonradan
beden eğitimi dalını seçen baş müdür muavini, gübrenin güzelini
kendi tarlasına ayırıp ucuz olanlarını pahalıya satan gübrecinin
çırağı, evlerinde jeneratör var diye onunla arkadaşlık eden
mahallenin en iyi top oynayan çocuğu sıfatıyla maruf oyun arkadaşı,
boş zamanlarında eskimiş gazeteleri tartan bakkal ve bakkalın mülk
sahibi, toptancının bütün çalışanları, beyaz eşya diye eski püskü
merdaneli çamaşır makineler satan adamın karısı ve üç çocuğu;
herkes ağzı bir karış açık kar toplayan göğe bakıyormuş. Yaşlıların
da yaşlısı konumunda bulunan, ağzındaki diş sayısının 34 virgül 3
katı yıldır yeryüzünün bu ovasında ayağını yere sürüye sürüye
yürüyen Pir Muhsin karı pamuğa benzetmiş. Pamuk beyazdır, demek ki
kar da beyazdır.
Kar toplayan hava, sıkılan şu ova insancıklarına bir eğlence
olsun diye, onyıllar sonra ilk defa yağmaya başlamış gerçekten de.
Herkes, dağdan ovaya göçmüş köylülerle yerliler, yerlilerle yüksek
memurlar, yüksek memurlarla inzibat, herkes, hep beraber sokaklara
dökülmüş.
Bitmemiş bir maceradan...