Şam şeytanı

Hepimiz Nusaybin’den kaçakçı kılığında geçeriz. Bir defa sınırına geldik sayılamayan şeyin. 666. buluşmamızdı. Ve konumuz Allah kitap mushaf üzerine yemin ederim ki iblis değildi. On iki senedir toplanıyorduk. On iki virgül yedi senedir.

Mehmet Said Aydın msaydin@gazeteduvar.com.tr

İt iti ısırmaz derler. Yalan. İti esas it ısırır.

Şam neye benzer bilmem. Afrin’i biraz, Kamışlo’yu çok bilirim ben. Bildiklerimin hepsi mecburiyetten benim. Ehli dil birbirini bilmemek insaf değil. Salı günleri bilhassa. Salı günleri toplantı günüdür Kamişlo’da.

Nusaybin’den Kamışlo’ya yürüyerek geçermiş eskiler. Öyle anlatırlar. Kırmızı kar zamanları. Buraya kar yağmış, kar kırmızı yağmış, onu gören olmuş ve onu görenlerden hâlâ hatırlayanlar var. İnsan ne tuhaf mahluk.

Kahvede kırmızı kardan bahsedildiği günlerden biriydi. Bıyığı sarma sigarayla nişanlı dayılardan biri onlarca kez duyduğumuzu şeyleri anlatmaya başladı aynı iştahla. Bir cümle, iki cümle, üç cümle, dört cümle. Dedim herhalde beş olmaz. Hadi beş oldu, altı olmaz. Altıncı cümlede bitirir gider. İnsan altı cümlede neler neler anlatır ama, değil mi? Ülkeler kurulu, ülkeler dağılır altı cümleyle. Yedinci cümleyi kurdu. Taştım artık, nereye taşacağımı da bilmeden. “Hitler’in en uzun konuşması bile altı cümledir be!” Uyduruyordum. Altı cümleyle konuşan Kemal’di. Bir yerden duymuştum. Muhsin Kemal.

Muhsin Kemal Nusaybin’in gelmiş geçmiş en bilge adamıydı. Bilgelik ondan sorulurdu. Bilge olmak için doğmuş bir kraldı. Çakmaklara gaz kralı. Orada, Ziraat Bankası’nın önündeki kaldırımda dururdu tezgâhı. Yılda iki kere yerinden kalkardı. Belediye başkanının kardeşinin şirketi yılda iki kere kaldırım ihalesi alırdı çünkü. Biri yaz, biri kış. Yılın geriye kalanında bilgemiz, Ziraat Bankası’nın kırmızı tabelasının duldasında gelene geçene bakar, kimine gözlerini kısar, kimileyin de saatlerce kafasını yerden kaldırmazdı. Çakmaklara gaz işin maskesiydi. Bahanesiydi. Meşhur olmuş sözlerinden biriydi Muhsin Kemal’in: “Bu maskenin ardında etten fazlası var. Bu maskenin altında bir fikir var ve fikirlere kurşun işlemez!” İki cümle. Temiz.

Adamın uzun konuşması aslında bahaneydi. İnsanlar benim kurtlu olduğumu söylerdi. Duyardım. İlk başlarda fısıltıyla söylenen sözler alenileşmişse, para kazanmanız gerekir. Para en çok bu işe yarar. Susturur. Param yoktu. Kurtluydum. İnsanlar ardımdan aleni biçimde, fısıltıya falan hiç gönül indirmeden laf ediyordu. Nadide kamer miyim ki fısıldaşsınlar? Ben yediye tahammülsüzdüm. Herhangi bir şeyi saymaya başlarsam ve o altıyı aşarsa belamı bulurdum. Bulmak için aranırdım. Genelde de bulurdum. Nusaybin sinirli insanların memleketiydi. Sanırım Allah buraları sinirli bir zamanında yaratmıştı. Yedinci günü beklemeden.

**

Salı günleri Kamişlo’da altı kişi toplanırız. Konumuz yedidir. Yedi askı, yedi barbunya, yedi aşk, yedi ölüm, yedi radyo, yedi köpek, yedi nefes, yedi şeytan. Hepsi. Bir şeyin konu olması için sayılabilir olması yeterlidir. Dünyada henüz sayılamayan hiçbir şey bulamadık. Biz, altı kişi Kamişlo’da sayılamayan bir şey bulmak için buluşuruz her salı. Hepimiz Nusaybin’den kaçakçı kılığında geçeriz. Bir defa sınırına geldik sayılamayan şeyin. 666. buluşmamızdı. Ve konumuz Allah kitap mushaf üzerine yemin ederim ki iblis değildi. On iki senedir toplanıyorduk. On iki virgül yedi senedir.

Konumuz Muhsin Kemal’in rozetleriydi. O kadar bilge bir adamın, bir kralın onlarca rozeti olduğunu düşünüyorduk. Hatta Üç’e göre yüzlerce rozeti vardı kesin. Çünkü haftanın altı gününde sokağa çıkabilen, yedinci gününü uzun bir uykuyla geçirebilen Üç üst baş sorumlumuzdu. Kimin kaç renk elbisesi var, hangi gün hangi ayakkabı çeşidi giyilir, şemsiyeler kaça ayrılır, çoraplar ayakta kaç boğum yapar, hepsi ondaydı. Uzmandı da. Uzmanlığı en belirgin olanımız oydu. Üç, Muhsin Kemal’in yüzlerce rozetinin içinden çıkamadığını, ne yapsa ne etse altıya bölemediğini düşünüyordu. Ona göre sayılamayan şeyler, sayarken artık sonsuza giden şeyler yokluktu. Dolayısıyla, sayamıyorduysak, aslında sayılamayan bir şeylere yaklaşmışız manasına geliyordu. Gelebilirdi en azından. Dört, hemen kendi uzmanımsılığına başvurdu. “Uçaklar da var, günde kaç tane geçiyor, onları da bazen sayamıyoruz.” Bir, bu önesürüşü heme püskürttü. Aramızdaki tek dürbünlü oydu. Kuşları gözlerdi. Bir de köpekleri. Ovanın en ucunda koşan köpeğin kaç dişi olduğunu bile bildiğini iddia ederdi. Sanırım bilirdi de. “Uçakların dibinde numaraları yazıyor. Ben şimdiye kadar sayılamayacak iki uçak tespit ettim. Biri çok hızlı uçuyordu, jet dediklerini duydum. Birinin de kar kalmıştı yazısının üstünde. Alaska’dan Bodrum’a uçuyormuş, yolunu şaşırıp buraya çevirmiş rotasını. Günlerce yazdı gazeteler sonradan.”

Toz zerreciklerinden buğday başaklarına dek, sayılabilen her şeyi konuştuk. Mikro biyologlardan yardım alarak buğday tanelerinin bile ortalamasını alıp altıya bölebiliyordu İki.

Komünist olduğunu düşünüyorduk Muhsin Kemal’in. Orak çekiçli rozeti bunun ayan beyan deliliydi. Düşünmeye bile gerek yoktu. Tarihleri karıştırmayı severdi. İddiasına göre mahallesini kurtarırken Lenin’den yardım bile almış. Hesaplarımıza göre, 1917 tane orak çekiçli rozeti vardı.

**

Yaşlılar, hava kar topluyor diyormuş durmaksızın. Hayatında kar görmemiş, ancak adını duymuş ahali de göğe bakıyormuş ağızlarını bir karış açıp. Kar toplayan hava bu mu, onunla tanışmalıyız o zaman dercesine. Merkez mahalledeki caminin imamı, henüz adı Halk Eğitim Merkezi olmayan okulun aslen Fransızca mezunu olup sonradan beden eğitimi dalını seçen baş müdür muavini, gübrenin güzelini kendi tarlasına ayırıp ucuz olanlarını pahalıya satan gübrecinin çırağı, evlerinde jeneratör var diye onunla arkadaşlık eden mahallenin en iyi top oynayan çocuğu sıfatıyla maruf oyun arkadaşı, boş zamanlarında eskimiş gazeteleri tartan bakkal ve bakkalın mülk sahibi, toptancının bütün çalışanları, beyaz eşya diye eski püskü merdaneli çamaşır makineler satan adamın karısı ve üç çocuğu; herkes ağzı bir karış açık kar toplayan göğe bakıyormuş. Yaşlıların da yaşlısı konumunda bulunan, ağzındaki diş sayısının 34 virgül 3 katı yıldır yeryüzünün bu ovasında ayağını yere sürüye sürüye yürüyen Pir Muhsin karı pamuğa benzetmiş. Pamuk beyazdır, demek ki kar da beyazdır.

Kar toplayan hava, sıkılan şu ova insancıklarına bir eğlence olsun diye, onyıllar sonra ilk defa yağmaya başlamış gerçekten de. Herkes, dağdan ovaya göçmüş köylülerle yerliler, yerlilerle yüksek memurlar, yüksek memurlarla inzibat, herkes, hep beraber sokaklara dökülmüş.

Bitmemiş bir maceradan...

Tüm yazılarını göster