Seni olması gerektiği gibi, sessiz sedâsız, başımız önde uğurlayamadık, Dilek. Özür dilemeliyiz. Saygı ifade etmesine ettik. İçimiz de cız etti, etmesine. Üzüntümüz de, saygımız da, lâkin… hep olduğu üzre, işe yararlıkla mâlûldü. Bize puan kazandırdığında ilgilendik seninle. Sen bütün işini avuca para sıkıştırarak görmeye alışmış bir ham muktedirin suratına insan haysiyeti diye bir şeyin varlığını -onun bilmediği dilden- çarptığında gözlerimizi kulaklarımızı sana çevirmiştik; sonra döndük beri tarafa.
19 yaşında yakalandığın hastalığa rağmen Trakya Üniversitesi Eğitim Fakültesi’ne gidip gelmeye çabalarken, asgarî ücretle geçinen ailen o alçak ilaç imalatçılarının yüzde bin-iki bin kârlarla sattıkları ilaçlarını almakta zorlanırken kimsenin size yardım eli uzatmadığını biliyoruz. Biz böyle yaşıyoruz, Dilek. “Asgarî ücretle geçinen aile” vardır, ilaçlarını alamaz, çevresindekiler zaten ona yardım eli uzatamayacak kimselerdir. Asgarî ücretle geçinen vardır, asgarî ücreti akşam yemeğinde harcayan vardır, asgarî ücretlinin ömür boyu kazanacağıyla makam arabası aldıran vardır. Bir de şey vardır, avuçlara para sıkıştıran. Hem de o makam arabasıyla gezip. Bir de şey… şu “tedavi” denen şeyin soldurduğu dirençli, genç ruha aramızda, hayatta olduğunu fısıldamaya ayıracak vakti olmayan, çünkü büyük işlerle uğraşan. Büyük işlerle uğraşanlar. Büyük siyasetle. O kadar büyük ki, her şeyi kaplayan, ama içinde yalnız kendisi olan… Bir defasında, “işlerimiz iyi gitti, para kazandık, bir şeyler yapalım diyoruz, sence ne yapalım?” diye soran birilerine, “bir-iki yoksul çocuğu okutsanız?” demiş ve hayatımda rastladığım en derin şaşkınlık ifadeleriyle karşılaşmıştım. Dünyayı, olmadı memleketi değiştirecek büyük işlerdi sorulan; çocuk okutmak da neydi…
Sen çocukları seviyormuşsun, Dilek. Çocukları herkes sever güya. Ama birinin ardından “çocukları severdi” dediler mi, işte bu, sahiden severdi, demektir. Çocukları sevdiğimiz yalandır. En azından dünyanın çocuk ve gençleri en az seven toplumu olduğumuz kesindir. Hattâ onlardan nefret edenimiz hiç az değildir. Özellikle yöneticilerimiz. Sen seviyormuşsun, çocuklarla bir arada olmayı istiyormuşsun. Bu yüzden öğretmenlik için didiniyormuşsun… “Tedavi sırasında yorgun düşsen de” okula gitmeye çalışıyormuşsun. Bu yüzden. O “tedavi” denen şeyi ve “tedavi sırasında yorgun düşme”leri, bu lanet hastalık kimin yakınına sokulduysa pek iyi bilir; biliriz, Dilek. Yorgunluk demenin pek hafif kaçtığı o haldeyken, hastalığı yenebileceğini düşünüp öğretmen olma peşinde koşmandan belli, nasıl kıyak bir insanı kaybettiğimiz.
Belli de, sen bunları yaşarken biz seni tanımıyorduk ve tanısaydık da ilgilenmeyecektik, Dilek. Haysiyet tokadı haline getirdiğin “çaresizlik”le irkilmemize değil, bunun getirisiyle gözlerimizin parlamasına daha vardı.
Hastalığı yenseydin, öğretmen çıksaydın… Belki de atmışlardı seni şimdi. KHK’yla. Onca uğraştan sonra, cevaptan kaçmak için türlü bahane bulan ana babalarına seni bir daha görüp göremeyeceklerini soran mahzun çocukların ara sıra kart attığı, mahzun bir işsiz kadın olarak, hastalığın yokladığını, yeniden fırsat kolladığını mı hissedecektin acaba? Amcan demiş ki, BirGün’den Meltem Yılmaz’a, “[Y]er yer karamsarlığa kapıldığı da oluyordu,” demiş, “ama elinden geldiğince o psikolojiden çıkmaya çabalıyordu, çünkü biliyordu ki bu mikrop hastalık strese gelmiyor. Kendisi de, biz de farkındaydık ki, umutsuzluğa kapıldığı anda hastalık bir boşluk bulup yayılıyordu.”
Bir haddini bilmezin yüzüne haysiyet sillesini çarptın diye, onca yıllık emeğinle ulaştığın, sevdiğin işini elinden alacaklardı. Alırlardı. Bir kenara yazmışlardır seni; kesin! Kaydeder onlar. Demişlerdir ki: İşte, öyle yaptı, sonra bakanlığa bir sürü yazılar yazdı, uğraştı, lüzumsuz işlere kapı açtı: makam arabalarını yenileyip mühim adamların korumalarına yeni silahlar alacağı paranın bir kısmıyla devlet kanserlilerin ilaçlarını karşılamaya başladı. Böyle olmuş Dilek, amcan anlatıyor. Hele “kendimden çok, diğer hastalara ilaç ulaştığı için mutluyum” dediğini duysalar, olağan şüphelinin de çok ötesine geçerdin avuca para sıkıştıranların dünyasında. Biz makam arabalarına hürmet eder, avuca sıkıştırılan paralarla ısınırız, Dilek; “kendimden çok…”la lafa başlanmasını tehlikeli sayarız. Oradan gidilen yolda ayaklar baş falan olur. “Dilenci değilim” diyeni de sevmeyiz biz. Dileneni de sevmeyiz. Aslına bakarsan pek kimseyi sevmeyiz. Gözyaşlarına boğulmanı da, kötü adamlara zarar verdin diye sevdik. Yoksa onu da sevmeyiz. Sert bakışlar, uzlaşmazlıkla şişirilmiş, yanılmazlıkla cilalanmış muktedir edâları, “kendimden çok”un en çok yetişmesi beklenen verimli alanları birer ego teşhir mekânına çevirebilen, tezahüratçıları ne duymak istiyorsa bunları allayıp pullayıp konfeti halinde başlarına yağdırarak kudret elde eden, hikmeti kendinden menkûl kişiler… bunları severiz. Rakibe gol attığın için tribün seni alkışladı.
Oysa sen dünyanın en müthiş hakikatinden söz etmiştin, Dilek, “çaresizlik” demiştin.
Öyle bir okkalı demişsin ki, “asgarî ücretle geçinen aile”nin yüzüne bakmayanların sıradan insanlar için yerinden kıpırdamayacak çarkları falan dönmüş. Yeryüzünde bir iyilik hâsıl olmuş. Artık ne kadar olmuşsa.
Amcan anlattı: “Bakan’la aralarında geçen diyalogtan dolayı Dilek’in morali çok bozulmuştu, ama sonrasında yaptığı görüşme ve yazışmalarla devletin kanser hastalarının ilaçlarını karşılamasına vesile olduğu için dünyalar onun oldu. Bize, ‘kendimden daha çok, diğer hastalara ilaç ulaştığı için mutluyum’ diyordu.”
Biliyorum. Aktardım bunları. Tekrar oluyor. Çünkü biz bunları bilmiyoruz, Dilek. Bilenimiz de çoktan unutmuştur. Biz bunlarla ilgilenmiyoruz. Biz seni hâlâ eylem yaptın sanıyoruz. Oysa sen, tekrar edeceğim, dünyanın en müthiş hakikatinden söz etmiş, “çaresizlik” demiştin. Çünkü o sırada sahiden çaresiz olduğunu hissetmiştin. Çünkü çaresizdin.
Elbette, olay, yanına salavatla girilen kibir abidesi doktorları bile, kimi zaman, dağbaşında ana babasını kaybetmiş çocuğa çevirebilen çaresizliğin dünyasında geçmekteydi. “Son zamanlarda,” demiş amcan, “hastalık iyice ilerleyince eve kapandı, çok fazla sosyal faaliyete girememeye başladı.” Sonra ilik nakli. Sonra hücreler arasında bir uyuşmazlık. Sonra yoğun bakım. Ve şimdi yoksun.
Bırakıp gittiğin bu yerde de lanet hastalık ilerliyor, Dilek. Bizim aramızda da ilerliyor. Yorgun düşeceğimiz tedavi bile yakın ihtimal değil, bize kimse ilik nakli de yapamaz. Senin talihin yaver gitmedi, ama bazılarınınki gidiyor, belki bizimki de giderdi; yapılabilseydi.
Kir yumağı ruhlarını lacivert takımlarla örtmeye, içlerinin karanlığını karartılmış araba camlarının ardında kamufle etmeye çalışan yeryüzü muktedirlerine attığın haysiyet tokadının hiçbir yerimize isabet etmediğini sanan bizleri affet, Dilek. Nasıl “Çok para var orada, düşürme!” küstahlığı Türkiye’nin bütün şehir ve kasabalarının sokaklarında yankılandığında -çünkü yankılanmış olmalı; çünkü yankılanmıyorsa burası yorgun düşüren tedaviyle de düzelmez yerdir- bütün inananlar namazlarına ara verip kulak kesilmeli idiyseler, içlerinden, derinden gelecek bir “eyvah!” çığlığı o yankıların arasına karışmalı idiyse, “çaresizlik” dendi mi bütün akan sular da durmalıydı. Herkes, elinde kendi kabı, doldurmaya koşmamalıydı. İnsan onuru nedir bilmeyen ve şimdi nasıl bir araya getirildiği meçhul parayla, 65 milyona cami yaptırıp cennet bileti almaya çalışan acemi muktedir taslağının suratında patlayan tokattan çok fazlasıydı, Dilek’in ağzından çıkan.
Sen belli ki iyi bir insandın; kim bilir, günün birinde belki, bazen başımızı öne eğmeyi öğrenir, biz de oluruz, Dilek. Yazık ki çocuklarla bir arada olamadın, ama büyüklere bir şeyler öğretip gidenlerden oldun. Sana teşekkür borçluyuz. Huzur içinde yat.