Sana gitme demeyeceğim, ama gitme Lavinia!

Safiye Ali, erken Cumhuriyet döneminde tıp alanında kadının yükselişi ve bununla eş zamanlı olarak siyasi alanda haklarını talep etmesi açısından simgesel bir örnekti. Meslek hayatının başında birçok hekim gibi o da çok fazla zorluk yaşadı, ama kimse ona “giderlerse gitsinler” demedi.

Menekşe Tokyay meneksetokyay@gmail.com

Türkiye’nin ilk kadın doktoruydu. Mezarı, ölümünden 69 yıl sonra bulundu. Hem de Google Doodle’ın doğum günü anımsatması üzerine geçen yıl doğduğu gün olan 2 Şubat’taki çalışması sayesinde... Belediye, kendisi adına önümüzdeki seneye yetişmek üzere anıt mezar yapma sözü verdi. 

Türkiye'nin ilk kadın tıp doktoru Safiye Ali için 127.yaş gününde Google'dan doodle sürprizi

1894 yılında İstanbul’da dünyaya geldi. Geçtiğimiz hafta 8 Mart Dünya Kadınlar Günü’nde, son nefesini verdiği Almanya’nın Dortmund kentinde mezarı başında anıldı.

Safiye Ali, Türkiye’nin ilk kadın doktoru ve tıp eğitimi veren ilk kadın olarak tarihe ismini yazdırdı.

1900’lerin başında, dönemin Maarif Nazırı Ahmet Şükrü Bey’in yardımıyla Almanya’daki Würzburg Üniversitesi Tıp Fakültesi'ne tıp öğrenimi için gitti.

“Beni Türk hekimlerine emanet ediniz” sözleriyle hekimlere olan güvenini ve saygısını her zaman ortaya koyan Atatürk, yurt dışına gönderilecek öğrencilere telgraf çektiğinde; “Sizi birer kıvılcım olarak gönderiyorum, alevler olarak geri dönmelisiniz” diyerek onlara bağladığı umudu göstermişti. 

Mezun olduğu Amerikan Kız Koleji’nden gelen müthiş İngilizcesine Almancayı da ekledi. Kadın ve çocuk hastalıkları alanında eğitim görüp, “alevler saçarak” ülkesine döndü.

Kadınları emzirmeye özendirdi, çocukların sağlıklı beslenmesine yönelik eğitimler düzenledi.

Erken Cumhuriyet döneminde kadınlar ve çocuklar hayatlarını ve sağlıklarını ona emanet ettiler; büyük bir saygı gördü ve ülkede sağlık sisteminin inşasında yer alarak gönül borcunu ödemeye çalıştı.

Amerikan Koleji bünyesinde açılan ilk kız tıp okulunda jinekoloji ve obstetrik dersleri verdi. Kızlara tıp eğitimi veren ilk kadın öğretim üyesi oldu.

Meslek hayatının başında birçok hekim gibi o da çok fazla zorluk yaşadı, ama kimse ona “giderlerse gitsinler” demedi.

Uluslararası tıp kongrelerinde ülkesini temsil etti; Süt Damlası Merkezi ile bütün çocukların süte erişimine katkı verdi; sütten kesilmiş 1 yaş sonrası hasta ve zayıf çocukların bakımı için muayenehane kurdu.

Safiye Ali, ayrıca, kadınların siyasi haklarını kazanmaları için Türk Kadınlar Birliği çatısı altında mücadelesini de verdi, milletvekili adayı oldu.

1930’ların başında meslek hayatının en parlak dönemini yaşarken kansere yakalanan Safiye Ali, tedavisini sürdürmek üzere Almanya’nın Dortmund kentinde yaşamaya karar verdi.

Mesleğini, eşiyle birlikte açtıkları muayenehanede, eş zamanlı olarak üniversitelerde verdiği derslerle ve Almanya’da bulunduğu sırada İkinci Dünya Savaşı’nın patlak vermesi üzerine sivil halka hekimlik desteği vererek, kansere yenik düştüğü 1952 yılına dek büyük bir aşkla yerine getirdi.

Çevresindekiler onu “pırlanta kalpli Safiye” olarak tanıdı. “Yüksek ruhlu, insancıl bir varlıktı, büyük bir yardımsever melekti” dediler ardından...

Bolonya’da gerçekleşen Milletlerarası Kadın Doktorlar Kongresi’nden dönüşünde, 21 Haziran 1928 tarihinde Servet-i Fünun dergisine şu satırları yazdı: “Kongrede tanıştığım pek kıymetdar meslektaşlarımdan samimi bir muhabbet, büyük bir intibah ile ayrılıp bazen çetin olan meslek hayatıma yeniden yaşatıcı bir kuvvet ve ilham ile atılmak üzere avdet ettim”. 

Ülkesini düşündükçe kalbinin orta yerinde bir ay yıldız çarpar; yaşama döndürdüğü al yanaklı çocukların, sosyal kurumlarda hiçbir karşılık beklemeden büyük bir şefkatle bilinçlendirdiği güçlü bakışlı annelerin suretleri gözünün önüne geldikçe özlem dolu bir gülümseme oturuverirdi gamzelerine.  Kendisi hiçbir zaman bir anne olmamıştı, ama mis gibi süt kokan binlerce çocuğun ikinci annesi olarak yaşamlarına dokunmuştu.

Türkiye'de modern tıp eğitiminin başladığı gün olarak kutlanan ve 1827’de ilk cerrahhanenin Tıphane-i Amire ve Cerrahhane-i Amire adıyla kurulmasının anıldığı 14 Mart Tıp Bayramı’nda, Türkiye’den yanında getirdiği zarif fincanlarında orta şekerli Türk kahvesini yudumlarken hüzünle ve özlemle ülkesini düşünür, ona uzaktan kocaman sarılırdı.

Safiye Ali, erken Cumhuriyet döneminde tıp alanında kadının yükselişi ve bununla eş zamanlı olarak siyasi alanda haklarını talep etmesi açısından simgesel bir örnekti. Çağdaşlaşma hamlesinin başarıya ulaşması amacıyla hekimlerin yetiştirilmesi ve toplumun geliştirilmesine dahil edilmesine verilen önemin göstergesiydi.

Günümüze baktığımızda kulaklara ve kalplere ulaşan tek şey ise, doktorların sağır duvarlara çarpıp yankılanan yardım çığlığı... 

Yurtdışında eğitim görüp ülkesine dönen, ama gerek emeklerinin karşılığını görememiş gerekse mobbinge uğradığı için hayatını sonlandıran, görev başında şiddet gören, aşağılanan, hakkı yenen ve sahiplenilmeyen birçok hekimin çığlığı...   

Hekimlik, yurtdışından ithal edilen ve pili tükenene dek kullanılan bir akıllı telefon değil. Herkes gibi hekimlerin de bu ülkenin eşit vatandaşı olarak, hakları ve talepleri var. Hakları için, insanca çalışmak ve yaşayabilmek için sürekli mücadele etmekten artık yoruldular.

Herkesin biricik bir öyküsü olsa da genel itibariyle hekimler liyakat ilkelerine uyulmasını istiyorlar.

Tüm sınavlarda birinci olan, uluslararası birçok yayını bulunan, en büyük kongrelerde ülkesini temsil eden bir hekim, tanıdığı olmadığı için işe alınamayınca büyük bir kırgınlık yaşıyor.

Birçoğu için kırılma noktası tam da burada başlıyor, çünkü maddi ve manevi tatminsizlik bu anlarda filizleniyor. Hekimler bir günde yurtdışına gitme kararı almıyorlar. Tüm bu kırılma noktaları, yoğun kırgınlıklar, bıkkınlıklar ve ümitsizliklerle birleşiyor.

Ortalama 10-12 yılda yetiştikleri, hatta bu eğitimin yan dal uzmanları için 16 yılı bulduğu, kiminin maaşı yetmeyen babasının doktor olsun diye pazarda maydanoz satıp inşaatlarda amelelik yaptığı düşünüldüğünde, hekimler en büyük sosyal sermayemiz olup, insana olan yatırımımız açısından çok büyük bir değeri temsil ediyorlar.

Ömürlerini bu yüce hedefe, yani insanlığa yardımcı olmaya adamış olan insanlık tarihinin en eski mesleklerinden birinin fedakar hekimleri, pandemi döneminde hepimizin beyni, kalbi, nefesi, gözyaşı oldular.

Bizi hep bilgilendirdiler, safsatalara karşı entelektüel olarak beslediler, moral verdiler, entübe olmuş hastaların hayata tutunmasını sağlarken kendi canlarını hiçe saydılar. Pandemi dönemindeki tüm dezenformasyon aktörlerinin karalama kampanyalarına rağmen bilimin gücünü arkalarına alıp dimdik ayakta kaldılar.

İstisnalar hariç insanımız onları gördü, takdir etti, bağrına bastı, dertlerini dert edindi; kadir kıymet bildi. Bir kesim hekim düşmanı ise, hacamatı ve sülüğü, yetişmiş hekimlere yeğledi. 

Ama tıbba adanmış bu ömürde artık günbegün yalnız bırakıldıklarını hissediyorlar.

Otuz altı saat uykusuz kalıp nöbet başında kalp krizi veya trafik kazası geçiren hekim, ambulansın kapısını aralayıp meslektaşına az önce ilgilendiği hastanın tetkiklerini unutmamasını fısıldarken, tüm kırgınlıklarını bir kenara bırakabiliyor. Bir gülümseme, bir teşekkür onların en büyük ödülü oluyor.

Ama bu ağır çalışma şartları, haklarını elde etmek için mütemadiyen çaba sarf etmeleri gerekmeyen, insani çalışma şartlarının egemen olduğu, hasta randevularının her hastaya en az 20 dakika ayrılacak şekilde düzenlendiği, kendilerini mesleki anlamda geliştirmeye ve hastalarıyla birebir daha yoğun şekilde ilgilenmelerini sağlamaya imkân veren ve saatlerce ameliyat yaptıktan sonra dinlenme hakkının olduğu Avrupa ülkeleriyle kıyaslanamaz.

Dostoyevski’ye göre yaşadığı çağın vebası “düşünememek değil hissedememek” ise, çağımızın koronavirüsten beter vebalarından biri de okumuş, eğitimli herkesin değersizleştirilmesiyle eş zamanlı olarak hekimlerin haklarını teslim edememek, onları koruyamamak, kollayamamak... 

Yaşadığı kentte artık beyin cerrahı kalmadığı için, son sürat başka bir kentteki acile yetişirken bilincini kaybedip yanı başındaki kızını tanıyamayan baba, yaşadığı duruma sessizce isyan ederken aslında sadece o aile değil, hepimiz büyük bir insanlık dramı yaşıyoruz.

Aynı dram, 5 dakikada 1 hasta bakmak zorunda bırakıldıkları, çalışma koşullarının iyileştirilmesinin bir zorunluluk değil lütuf olarak gösterildiği, kendilerine yoksulluk sınırı altında maaş uygun görüldüğü için özel hastanelere veya yurtdışına gittiklerinde de yaşanıyor.

Randevu sırasında beş dakika bekleyince bunun doktorun yüzünden olduğunu ileri sürüp “vergimle maaş alıyorsun” diyerek üzerine yürüyen ve sürekli memnun edilmesi gereken hasta yakını karşısında da haklarında malpraktis nedeniyle açılan tazminat davalarında da yalnız kalıyorlar. Meslek onurları zedeleniyor. Buna rağmen, “100 yıl sonra da halkımızın sorunlarıyla uğraşıyor olacağız” diyorlar.

Üsküdar Üniversitesi’nden değerli radyoloji uzmanımız Prof. Güner Sönmez’in ifadesi ne kadar çarpıcı: “Büyük ameliyatlar yapılamaz hale gelip tersine sağlık turizmi başlayınca, hastalar vize kuyruklarına girince, randevu sistemi arapsaçına dönüşünce, nitelikli doktor bulmak imkansızlaşınca; meselenin büyük binalar yapmak olmadığını kavrayacağız ama çok geç olacak.

Giden doktorların yerini kısa sürede doldurmak olanaksız. Hele yetişmiş insanı harcamak çözüm dahi değil. OECD rakamları açısından ise kişi başına düşen doktor ve hemşire sayısında sondan ikinciyiz.

Sağlık Bakanlığı’nın geçtiğimiz günlerde 65-72 yaş arası emekli doktorların yeniden istihdamı için Resmi Gazete’de verdiği ilan ise, doktorlar arasındaki beyin göçünün ne düzeye geldiğini bir kez daha gözler önüne serdi.

“Giderlerse gitsinler” ifadelerine karşı Cemal Süreya’nın dizeleriyle karşılık veriyor artık hekimler: “Üzüldüğünü anlamayan, seni mutlu edemez.”

Tüm yazılarını göster