Romancı Jeanette Winterson’ın sanatla çok daha mahrem, özel bir ilişki kurmayı öneriyor: “Tabloları bağlamlarından kopartılmış, dağıtılmış, itilip kakılmış, sonu gelmez açıklamalarla aşırı edebileştirilmiş müze odalarına sıkış tıkış doldurulmuş halde görmek onlara aşık olmayı güçleştirir. Aşk zaman alır.”
Günümüz İngiliz edebiyatının en ilginç isimlerinden biri
Jeanette Winterson. Tutku, Vişnenin Cinsiyeti,
Tek Meyve Portakal Değildir, Zaman Boşluğu gibi
Türkçeye çevrilen çok güzel kitaplarıyla tanıyoruz. Dünya queer
edebiyatının sanıyorum ki en önemli isimleri arasında yer alıyor.
Meğer vaktiyle, sanat üstüne de harika bir kitap yazmış. Sel
Yayınları, yazılmasından 20 yıl sonra, Sanat Başkaldırır
adıyla bu kitabı yayımladı.
Sanat Başkaldırır, Sel Yayıncılık,
2018
Gençlik yıllarında bir gün, resimle hiç haşır neşir değilken,
beklenmedik biçimde Amsterdam’da karşılaştığı bir tabloya nasıl da
aşık olduğunu anlatarak başlıyor kitabına. Bir galerinin vitrininde
gördüğü resim karşısında şaşkınlığa kapılıyor. Onu çok seviyor, bir
tutku duyuyor ama anlamamaktan korkuyor. Belki de anlaşamamaktan.
Ardından genç Jeanette’ın sanat eğitimi başlıyor. Bütün müzeleri
geziyor, sanat hakkında ne bulursa okuyor. “Sorun bendeydi.
Tabloların keyfi gayet yerindeydi. Aşık olmuştum ve dilsizdim.
Serseme dönmüştüm. ‘Bu resim bana hiçbir şey ifade etmiyor’
biçimindeki alışıldık tepkimin yerini ‘Benim bu resme söyleyecek
hiçbir şeyim yok’ almıştı. Üstelik konuşmaya can atıyordum.”
Winterson’ın sık sık aşktan söz eden bir edebiyatçının
rahatlığıyla adeta kalbini açtığı kitabı, sanat ve sanata olan
ihtiyacımız hakkında harika bir metin. Yazarının kendini ortaya
koymaktan ya da duygusallaşmaktan hiç çekinmediği, dolayısıyla
rahatlıkla pervasızlaştığı ama ısrarla ve kararlılıkla tavrını ‘iyi
sanat ve edebiyattan’ yana koyduğu bir kitap. Sanatta yaratıcılık
ve yenilikçilik kadar, kurulan ilişkinin bireyselliği ve adeta
mahremliği üstüne de bir metin Sanat Başkaldırır. Mesela
müzelerde hapsolmuş resimlerle kurulan ilişkiye itiraz ediyor.
Popüler kültürün, medyanın üstümüze boca ettiği ezberlenmiş
imgelerin peşine düşmenin gerçek bir sanat sevgisi olmadığını
düşünüyor. “Tabloları hızla akan film kareleri gibi, bağlamlarından
kopartılmış, dağıtılmış, itilip kakılmış, sonu gelmez açıklamalarla
aşırı edebileştirilmiş, aşırı miktarda ve ardı arkası kesilmeyen
odalara sıkış tıkış doldurulmuş halde görmek onlara aşık olmayı
güçleştirir. Aşk zaman alır” diyor. Peki ne yapmalı?
Jeanette Winterson
Uzun uzun bakmalı, birlikte vakit geçirmeli. Emek vermeli.
Sanatın aşkınlığı, insana farklı bir ruh hali ve hayata farklı
bakış açıları kazandırabilmesinin üstünden ikna edici bir bakış
açısı geliştiriyor Winterson. İşin aslı, onun amacı sık sık
‘anlaşılmamak’la ya da daha fenası ‘elitizm’le suçlanan sanatçıları
kollamak ve kayırmak gibi geldi bana. Çünkü tavrını her zaman yeni
ve yaratıcı olandan yana koyuyor. Modernizmin öncü yazarları,
şairleri ve ressamlarının kurmak istediği yenilikçi dili savunuyor.
Bunun da eskiyip, anlamını yitirebileceğini bilerek ama… "Sanatı
sınamanın iyi yöntemlerinden biri" diyor "eserin öne sürdüğü
fikirlere ve hatta ele aldığı konuya duyulan güncel ilgi
tükendikten çok daha sonra da bizi etkileyip etkilemediğine
bakmaktır"… Bir zamanlar çok ilgi çeken pek çok yazarın, aslında
güncel meselelere verdikleri cevaplarla o ilginin sahibi
olduklarını, fakat edebiyatçı olarak yeterince yenilikçi, yeterince
yaratıcı, yeterince biricik olmayanların zamanla unutulduklarını
anlatıyor. Hatırlananların da savundukları fikirlerden çok
yazdıkları metinler ve anlattıkları hikâyelerle kalıcı
olabildiklerine işaret ediyor. Ki gayet haklı.
On yazıdan oluşan kitabın önemlice bir kısmında edebiyattan söz
ediyor Winterson. DH Lawrence, Joseph Conrad, James Joyce ve
Virginia Woolf gibi İngilizcenin yazarları üstüne bir kitap. Ama en
çok Woolf; ‘doğuştan gelen kanatları olan’, ‘sözcüklerden incecik
bir tül’ dokuyabilen Virginia Woolf…
Winterson’ın metni ‘resimden’, ‘çağdaş sanattan’ ya da ‘şiirden’
anlamamak söylemi üstüne de bir eleştiri. Bir nevi sanatçıyı
suçlayan, anlaşılır olmak için üretmesi gerektiğini ima eden
yaklaşımlara karşı çıkıyor. Ne sanatçının toplumsal sorumluluğuyla
ne kişisel hikâyesiyle ne de popüler olup olmamasıyla ilgili. Çünkü
sanatçı her koşulda üretmeye devam edecek. Ondan zevk almak, bir
eserle ilişkiye girip mutluluk duymak bizim kazancımız olabilir
ancak. Winterson’ın sanatçıdan çok yapıtı, izleyicinin ya da
okuyucunun o yapıtla kuracağı ilişkiye işaret eden bakış açısı hem
genel geçer yargıları reddetmesiyle rahatlatıcı, hem de sanatçı
kadar izleyicinin emeğini öne çıkartmasıyla talepkâr. Kanon kabul
edilen romanlardan, tüm klasiklere ve ünlü resimlere bütün o ünlü
eserlerde bu bireysel ilişkiyi gölgeleyen bir yan var. Bize
öğretilen sebepler dolayısıyla geliştirdiğimiz beğeniyi bir yana
bırakıp kendi gözümüzü eğiterek yeni bir ilişki biçimi kurmak
mümkün. Bu da sanıyorum ki ‘sanatsever’ olmayı bir adım ötesine
geçmek demek.
Winterson’ın ‘beğeni’ye karşı ‘aşık olmayı’ öne sürmesinde de
böylesi bir şey var. İster yazılı olsun ister görsel, imgeyi
manasından çok çağrıştırdıkları için, genel olandan ziyade özel
yanları için sevmek, onunla kendine özgü bir ilişki kurmak. Bizi
çok etkileyen pek çok sanat eseriyle kurduğumuz belki de en hakiki
ilişki bu. Gündelik hayatın sınırlarını aşan, kafa karıştıran, iç
açan ya da bazen bilakis sıkıntıyı perçinleyen bir hal. Bunu da
sanatçıdan başka kime borçlu olabiliriz ki? Ne de olsa “Sanat
gündelik hayatımızdan çok daha fazlasını sunar.”