Dijital dönüşümün, sosyal medyanın temel "medya" haline gelmesinin yarattığı en net yeni durumlardan biri, birçok sektörde, alanda "eşik tutucu"ların anlamını ve işlevini sorgulatması oldu herhalde. Nedir eşik tutuculuk? Özellikle kamusal iletişimin, yani kitlelere yönelik enformasyonun, verinin kitlelere ulaşmadan önce filtre edildiği, birileri tarafından "doğru-yanlış", "iyi-kötü" gibi normatif değerlerle ele alındığı bir kapı, bir kademe. Ancak öyle bir kapı ki, geleneksel iletişimin hüküm sürdüğü dönemde o kapıdan geçemeyen ürünün, bilginin, sanat eserinin kitlelerle buluşabilmesi adeta mucize olabilirdi. Bir şekilde bilirkişi, duayen, uzman olarak kitlesel medyanın köşelerinde yerler edinmiş olanlar, o medyada neyin yayınlanabilir değerde olduğuna karar vererek, yayınlanana olumlu ya da olumsuz nitelikler yükleyerek bir şekilde toplumsal değer yargılarında önemli bir belirleyici olabiliyorlardı.
Gazeteciler tabii ki eşik tutucuların başını çekiyordu. Her gün yayınlanan gazete sayfalarındaki sınırlı alanların çok kıymetli olduğu, o içeriği ciddiye alan milyonlara ulaştığı, gazetede yayınlanan haberin, yazının bir değeri olduğu dönemlerde bu sayfalara girebilen her şey de ister istemez kamusallığın bir parçası haline geliyordu. Çok değil, 20 yıl öncesine kadar bir ulusal gazetede fotoğrafı yayınlanan herkes bir şekilde "ünlü" idi. Hal böyle olunca gazetecinin de olup biteni haber olarak aktaran kimse olmak dışında farklı bir önemi vardı.
Bu durum kültür ve sanat gazeteciliği söz konusu olduğunda daha önemli bir işleve karşılık geliyordu. Müzik eserleri, albümler, filmler, tiyatro oyunları vesaire tüm sanatsal ürünlerin kitlelerle buluşması için belki de yegâne yoldu geleneksel medya. Müzik özelinde, neyin "dinlenebilir" olduğuna, ne kadar kaliteli olduğuna bir ölçüde bu işin uzmanları, müzik yazarları, kültür-sanat gazetecileri karar verirdi. Bugün 60 yaş üzerinde olup hâlâ aktif olarak medyada yer alan köşe yazarlarının zaman zaman müzik, film, tiyatro oyunu, sergi önerilerinde bulunuyor olmasının en önemli nedeni bu gelenek aslında.
Ancak değişen o ki, bugün artık onların köşelerine taşıdığı sanat eserleri ve sanatçılar açısından bu sayfalarda yer almak önemli bir değişime neden olmuyor. Bugün biraz bu ilişkiyi konuşalım.
Bu gözler, bugün adı sanı ve şarkıları unutulmuş, doğrusu hiçbir zaman da sanatsal bir kıymet taşımamış nice şarkıcının ismi gazetecilik olan kampanyalarla parlatıldığını, bir sosyal sınıfa, bir siyasi görüşe, bir kimlik grubuna, bir hayat tarzına epeyce de başarılı şekilde pazarlandığını gördü defalarca. Üstelik bir süredir de müzisyen ve gazeteci olarak bu ilişkinin iki tarafında da sıkça bulundum, bulunuyorum. Yaşım itibariyle geleneksel medyanın kıymetinin kendinden menkul olduğu zamanları da bildiğim, o etkide kalmış olduğum için o medyadan bir gazetecinin benimle söyleşi yapmak istemesi gururumu hâlâ okşuyor tabii. Ancak koltuktaki diğer karpuzu taşımak bu kadar kolay olmuyor.
Müzisyenler için yüz binlerce kez okunacak bir röportaj vermek eskisi kadar çekici değil. Bunun en önemli nedeni ise sosyal medya. Doğru bir iletişim stratejisiyle, elinizdeki telefonu kullanarak derdinizi milyonlarca insana anlatabiliyorsunuz. Üstelik bir eşik tutucunun filtresinden geçmek zorunda da değilsiniz. Bir "post"unuzun hemen ardından o paylaşımda söylediğiniz şeylerin tam tersini de yazıp yine aynı kitleyle paylaşabilirsiniz. Bu da büyük lüks. Durum böyle olunca sanatçı, söylediği şeyleri profesyonel filtrelerden geçirerek üstelik belki de kendisinin ulaşabileceğinden daha sınırlı bir kitleye ulaştıran gazeteciye ihtiyaç duymadığını düşünüyor.
Bunun yansıması ise tarihsel olarak şu: Geçmişte söylediği şey önemli sayılan gazetecilerin kapısında sıraya dizilen menajerler, halkla ilişkiler çalışanları ve dahi şarkıcılar, bugün çoğu zaman birkaç örnek hariç gazetecilerin kendi kapılarında sıraya dizilmeleri gerektiğini düşünür oldu. Naz ve niyaz ile, gazetecinin bin bir çabasıyla yapılan söyleşilerin mutlaka sanatçının son kontrolünden geçmesi gerektiğine dair kronikleşmiş bir yanlış tutum söz konusu. Ne yazık ki iş yükü altında yüksek beklentilere yanıt vermek zorunda kalan çoğu gazeteci de, gazetecilik standartları ve etiği açısından kabul edilemez olan bu duruma göz yummak zorunda kalıyor. Buna, gazetecilerin hemen her gün karşılaştığı açılmayan telefonları, "Sen beni nasıl ararsın?!" üslubunda fırçaları, hakkında haber yapılan kişinin ne hikmetse gazeteciliği kendisiyle söyleşi yapan gazeteciden iyi bildiğini gösterme çabasını ve nicesini ekleyin. Durum pek içi açıcı değil.
Geçtiğimiz haftalarda kıymetli ve özenli bir kültür-sanat habercisi, yayınlanan bir söyleşinin ardından sanatçının menajeri tarafından aranıp hakaretlere maruz kaldı örneğin. Yıllardır bu işi yapan gazeteciye söz konusu menajer kimi kelimelerin nasıl yazılması gerektiğinden tutun, röportajın aslında nasıl kurgulanması gerektiğine kadar birtakım dersler vermeye kalktı, tüm bunları da sosyal medyada paylaşacağını söyleyerek tehditte bulundu. Tabii günün sonunda muhtemelen bu tehditlerden dolayı pişman olduğu bir süreç yaşandı, lafı uzatmayayım. Ancak buradaki "sosyal medyada paylaşacağım" tehdidi, bugünkü yazının bir özeti gibi. Sanatçı açısından ortaya çıkabilecek prestij kaybını hiç umursamayan yeni ve tuhaf bir akıl…
Bu örnek vaka, hemen her gün kim bilir kaçı yaşananlardan yalnızca biri. Peki bu duruma nasıl geldik?
Tabii ki gazetecinin aynaya bakması gerekiyor. Bu hem meslek etiği ve profesyonellik açısından önemli hem de zaten malum koşullar bu mesleğin erbabını buna zorluyor. Bugünün kültür sanat habercilerinin yaşadığı, yukarıda küçücük bir kısmına değindiğim yüzlerce sorunun asıl müsebbibi, bu mesleği kendilerini evvel ve ahir sayarak kibre boyayan önceki kuşağın kimi temsilcileridir. Bugünün genç gazetecilerinin hesabı öncelikle onlardan sorması gerekiyor.
Sanatçının elindeki sosyal medya aygıtı güçlü evet ancak her ürün, her sanat eseri bir noktada kapsamlı bir değerlendirmeye ihtiyaç duyar. "Şarkımı dinleyen kitleler çok beğeniyor" demek bir sanatçıyı başka bir evrede tatmin etmeyecektir. Burada adres yine kültür sanat habercileri ve yazarları olacak pekâlâ. Bu mesleği yapanların, herkesin her şeyi ya çok beğeneceği ya da yerin dibine sokacağı yeni bir sözde değerler evreninde aklı başında değerlendirmelerde bulunmaya hazır hale getirmesi gerekiyor diye düşünüyorum.
Sanatçıların ise takkelerini önlerine koyup, bu rezil söz kalabalığı içerisinde kendilerini doğru düzgün dinleyebilecek, söylediklerini doğru anlayabilecek insanların ne kadar kıymetli olduğunu bir daha hatırlaması gerekiyor.