Geçtiğimiz hafta, baskı ortamlarının ve sanat yönelik saldırıların özellikle müzik dünyası açısından nasıl bir tarihselliği olduğunu epeyce kısaca özetlemeye çalışmıştım. Bu bağlamda bizim Türkiye’de bugün yaşadığımız açıkça olumsuz durumun, müziğin önüne her gün yenisi çıkarılan engellerin bir yönüyle müzik yapmanın kendisini bir direniş biçimine dönüştürdüğü sonucuna varmıştım. Ancak burada önemli bir nüansı da görmemiz gerektiğini hatırlatarak, müziğe yönelik baskıların kesintisiz tarihi içerisinde yalnızca popüler, ana akım ve “makbul” olanın görünür ve karşı çıkılır olmasının tehlikesine işaret etmeye çalışmıştım.
Bunun ne demek olduğu açık aslında. Sanatın, özel olarak müziğin yanında ve baskının karşısında ilkesel bir duruş, bizi yine kesintisiz bir direniş ve özgürlük mücadelesi tarihine götürmeliydi. Ancak resim bu değil. Yine aynı yazıda hatırlamaya çalıştığım üzere, kitleler ve o kitleler üzerinde büyük etkisi olan sanatçılar, “kendilerinden olmayan” üzerindeki baskıyı pek görmüyor, bu konuda pek ses çıkarmıyor maalesef. Yaşam tarzı, cinsel yönelim, cinsiyet kimliği gibi hepimizin tabii ki duyarlı olması gereken konularda çıkan (neyse ki) yüksek ses, toplumsal olarak daha “politik” bir yerde duran, kimi zaman “protest”, “alternatif”, “muhalif” olarak tanımlanan sanatçılara yönelik baskı söz konusu olduğunda ne hikmetse kitleselleşemiyor. Bir suskunluk sarmalının içerisinde onlarca, yüzlerce konser yasağı, kolluk baskını, engelleme, görmezden gelinme, resmi ve özel kurum ve kuruluşlardan destek görememe gibi bir kesim için artık standarda dönüşmüş genel ahval hiç konuşulmadan tarihin yalnızca kimilerince kurcalanacak bir köşesine itiliyor.
Tüm bu durum, bizi sanatçının politik duruşu meselesine getiriyor ki bu da aslında hep tartışılan ve doğal olarak üzerine sonunda nokta olan yargılarda bulunulamayan bir konu... Bu hafta bu konuya değinirken ahkam kesmek yerine görüşlerine ve sanatsal duruşlarına çok önem verdiğim iki sanatçıyla, Servet Kocakaya ve Hüsnü Arkan’la konuştum.
Servet Kocakaya, 1999 yılında yayınlanan ve herkesin diline düşen ‘Keke’ şarkısından sonra yerleştiği ana akımda hep farklı bir yerde durmaya gayret etti. Kürt kimliğini ve kimliğinden edindiği zenginliği sözlerine, müziğine ve konuşmalarına her zaman yansıttı. En azından birçokları gibi varoluşunun bu önemli parçasını gizlemek yolunu seçmedi. 2000’li yıllarda edindiği şöhreti, işinin parlatmaya çok da müsait olan popülist yönünü öne çıkararak büyütebilecekken o müziğinin sınırlarını genişletmeyi tercih etti. Bugün sosyal medyada birçok konuda sözünü sakınmadan söylerken bir yandan da yoğun konser temposunda dinleyicileriyle şarkıları vesilesiyle buluşuyor.
Hüsnü Arkan ise siyasi geçmişini ve o geçmişin mirasını, ne denli zengin ve dolu dolu olursa olsun gözümüze sokmadan sanatını icra ediyor. Romanlar yazıyor, şiir kitapları yayımlanıyor, diğer yandan durmadan yeni şarkılarla selamlıyor bizi. Ülkesinden siyasi nedenlerle yıllarca uzak kalmış bir sanatçıda görmenin çok kıymetli olduğu ağır başlılıkla sanatçının siyasetle ilişkisi üzerine sorularımı yanıtladı Arkan.
''HERKES İŞİNE BAKSIN’ İFADESİ BENİ KILLANDIRIYOR'
Sanatçıların ülke ve dünya siyasetiyle ilgili görüş bildirmeleri üzerine kimi zaman “sanatçı işini yapsın, siyasete karışmasın” eleştirileri duyarız, malum. Her iki sanatçıya da sordum bunu. Diyor ki Hüsnü Arkan; "Bunları herhalde enine boyuna düşünmek lazım ama kestirmeden gidip özetleyeceğim. Birincisi, şu ‘herkes işine baksın,’ ifadesi beni kıllandırıyor. Bunu Diyanet İşleri Başkanı’na ya da devlet başkanına söyleyemiyorsan bana söylemenin de bir anlamı olmaz. Naif bir tutum bile değil bu. Ya korkuyorsundur ya da o eleştirdiğin siyaset yapma işinin göbeğine düşüyorsundur. Bu ikinci kısımdakileri, eğer ne söylediklerinin farkındaysalar anlarım çünkü siyasete karışmak bir kabahat değildir. Hatta vatandaş olarak bir görevdir. Meselenin bir başka yanı da ‘siyasi gündemin şu noktasında niye görüşünü açıklamadın?’ eleştirisi. Bütün bunların kıstası özgürlük olsa gerek. Tabii, son on, on beş yılda sosyal medya denen bir alan açıldı. Bu yeni bir ifade alanı. Bana yalnızca özgürleşmeyi anlatmıyor.”
Servet Kocakaya ise, “Sanatçı, sanatı dışına çıkmış gibi göründüyse birileri işini yapmıyordur” cümlesini defterime not ettiğim yorumunda şunları söylüyor: “Siyaset, başta devlet olmak üzere her türlü güç ve iktidara dönük reflekslerimizdir. Bu refleksleri ya bireysel ya da aidiyet hissettiğimiz topluluklar içindeki dönemsel koşullarımız belirliyor. Sanatçı, bu koşullardan muaf değildir. Yaşadığı toplumun her koşuluna ortaktır. Sanat da bir ifade yöntemidir. İnsanlar yoksullaşıyor, göçmek zorunda kalıyor, özgürlük alanları tahrip oluyor ve hatta sistematik olarak hayatını kaybediyorsa sanatçı hiçbir şey olmamış gibi davranamaz. Aslında hiç kimse davranamaz. Yani sanatçı sanatı dışına çıkmış gibi göründüyse (ki yönetimler sanatçıya karşı da sorumludur), birileri işini yapmıyordur. Sanatçı konuşmak zorunda olmadığı gibi, susmak zorunda da değildir.”
‘SANATIN YURDU, ÖZGÜRLÜK HİSSİDİR’
Sanat, sanatçı ile politika arasındaki ilişkinin tartışılması bizi ister istemez o kadim “Sanatçının eserleri ile siyasi duruşu arasında da bir tercih yapmak zorunda mıyız?” sorusuna getiriyor. Diyor ki Kocakaya; “Diller, inançlar ve ideolojiler elbette insanların yaşamında belli anlamlarla bir değere karşılık gelebilir. Varmayı tahayyül ettiğimiz yere bu araçlarla gideceğimizi düşündüğümüz zamanlar olmuştur veya oluyordur. Sanat, bu kavramların kapsadığı basit bir şey değil. Bu kavramlar gibi çok kıymetli bir araçtır. Ben buna inanıyorum. Ben yaratırken bu araçların tamamını kullanabilir ya da bunların hiçbirine dokunmadan başka yöntemlerle anlatabilirim derdimi. Sanatın yurdu, özgürlük hissidir. Yaşadığımız ülke, kavramların kimliklerle anıldığı, farklı inançlara ve dillere (özellikle’ bağzı' dillere) meşru olmayan kıyafetlerin giydirildiği bir coğrafya. Kürtçe repertuarı kısıtlı bir solist olarak ‘biraz da Türkçe söyleyin’ cümlesini çokça işittim. Buradan bir mağduriyet aşındırmak istemem. Amacım da bu değil. Bu cümleyi kuran insanlara zerre kırgınlık da yaşamadım. Fakat bunu normalleştiren şey her ne ise onunla daha çok işimiz var. Bu anormalliği şarkılarla, daha çok şarkılarla aşacağımıza inanıyorum.”
Hüsnü Arkan için ise sanat ile siyasetin ilişkisi, daha doğrusu sanatçının bu konudaki tutumunun anlamı gündelik tartışmaların ötesinde bir yerde duruyor. Arkan, “Edebiyatın, sanatın, siyaset kadar kristalize olmuş bir dünyayı ifade etmediğini düşünüyorum” diyor: “Bu oldukça tartışmalı bir konu. Bana öyle geliyor ki yüz sene sonra falan da tartışılacak. Soru, bizi Ferdinand Celine’in ya da Knut Hamsun’un yazdıklarının, romanlarının bir değeri var mıdır sınırına kadar götürüyorsa işimiz zor. Edebiyatın, sanatın, siyaset kadar kristalize olmuş bir dünyayı ifade etmediğini düşünüyorum. Beethoven da Napolyon’dan çok şey beklemişti ama sonunda bir imparatorla karşılaştı. Bunları değerlendirebilmek için yüz yıl, iki yüz yıl gibi geniş zamanlara ihtiyacımız var gibime geliyor. Beethoven’ın o kadar beklemediği, ithafı yırttığı söylenir ama kim bilir diğer bazıları için belki de okuyucunun, dinleyicinin beklemesi gerekiyordur. Bu yüzden, bu konuda yakın zaman sanatçıları, edebiyatçıları için yazılıp çizilenleri pek kale almıyorum.”
‘ÖZGÜR DEĞİLİZ AMA ÖZGÜRLÜK İYİDİR’
Birkaç yıl önce Rage Against the Machine grubundan Tom Morello’nun bir söyleşisini okumuştum. Batı’nın siyasi tavrını müziğinin tümüne yerleştiren bu anarşist grubunun gitaristi diyordu ki, “Her müzik politiktir. Her sanatçı da öyle. Eğer müziğinizde otoriteyi sorgulamıyorsanız örtülü biçimde iktidarın pozisyonuna boyun eğmiş sayılırsınız. Yani popüler müziğin en tanınan isimleri bile bir şey yaparak ya da yapmayarak günümüzün politik ortamına etkide bulunuyor.” Bu çok net bir ifade tabii ve tartışılabilir. Benim sorum da benzer bir yerden doğuyor: Apolitik sanat var mıdır? Yoksa sanatın öyle veya böyle siyasetle, gündemle, ideolojiler ve toplumlarla ilgili nüveler barındırdığına inananlardan mısınız?
Hüsnü Arkan bu sorunun sanatın sonsuz yaratıcılık alanında kısıtlayıcı bir soru olduğuna inanıyor. Diyor ki; “Sanatın bu tür kıstaslarla değerlendirilmesi bana garip geliyor. Yani Barok dönemi politik midir, apolitik midir; bu daha çok sosyologların işi. Hatta onlar için bile biraz zorlamadır. Bir kere sanat derken neyi kastediyoruz. Eğlence işinin politik olması tabii ki beklenemez. Ama elli yıl öncesinin eğlence müziğini politik bir kılıfın içine pekâlâ sokabiliriz. Bizim yaptığımız işe gelince; bunda kişiliklerimizin, hayat hikâyelerimizin etkisi çok fazla. Daha adil bir dünyada yaşamak istiyoruz ve atımızı bu arabaya koşuyoruz. Bir başkası da başka bir arabaya koşuyor. Özgür değiliz ama özgürlük iyidir.”
Servet Kocakaya ise koşulların sanatı ister istemez politize ettiğinin altını çiziyor ancak “politik” olanın illa “politika” olmadığını da hatırlatıyor: “Eşitsizliklerin sıfırlandığı steril bir ortamdan/ülkeden bahsedemiyorsak, sanat kesinlikle politiktir. Daha doğrusu bu kartı hep cebinde taşır diye düşünüyorum. Fakat bu kartı ne zaman kullanacağına sanatçı karar verir; topluluklar da bu kartı doğru kullanıp kullanmadığına bakarak sanatçıyla bir değer ve saygı ilişkisi geliştirir. Benim sanat-politika ilişkisinde politikadan anladığım şey, bu ülkenin klasik kabulleri olmayabilir. Ben sanatın iktidar ve güçlere karşı geliştirdiği refleksleri politika olarak anlamlandırıyorum.”
Konu geniş, derin ve zaten biraz da neticelenmeye müsait olmayan bir konu. Ben yine de ara ara bu köşede bu konuya değinmeye çalışacağım zira siyasetin sanata sokak tabiriyle “bulaştığı” yerde sanatın siyasete dair bir söz söylememesini beklemek abes olurdu.