Her alanda olduğu gibi, sanat söz konusu olduğunda da baskı altına alınan, saldırıya alet edilen, çirkin reflekslerin dışa vurumu için ilk akla gelen ve kullanılan tek ve daimi varlık “kadın”.
Abdülmecid Efendi Köşkü’ndeki sanat eserine yapılan saldırı bunu hepimize bir kez daha gösterdi. Kadın bedenini her türlü şeytanlık için bin bir şekilde istismar etmekten çekinmeyen iblisler, kadını bir sanat eserine konu olarak gördüklerinde bu duruma katiyen tahammül edemiyorlar. Hatta başkaca fikirlerini hayata geçirmek, seslerini duyurmak için de kadını bahane ediyorlar. Laikliğe, medeniyete, özgür düşünceye ve iyi olan nicesine kadın bedeni üzerinden sataşıp duruyorlar.
Esasında, ifade özgürlüğünün olmadığı yerde, sanat ve istibdat bir noktada birbirine malzeme de vermeye başlıyor. Sanat saldırıya uğradıkça, bu saldırıyı kendine konu ediniyor, sanat bunu konu aldıkça saldırılar artıyor. Siyaset, bu saldırıları besleyen bir politikayla hareket ettiği sürece bu döngü büyüyerek ortalığı talan etmeye devam ediyor.
Siyasi otorite; gerek belirlediği politikalarla, gerek söylemleriyle şiddete davet çıkardığında, halkı kutuplaştırıp “tek taraflı saygı”yı idealize ettiğinde, herhangi bir “saygısızlık” durumunda tam yaptırım uygulamadığında yahut “adamına göre muamele” ettiğinde, kendini halkın bir kesimiyle özdeşleştirip cehaleti kutsayan bir tavır içerisine girdiğinde, “demokrasi”yi diline pelesenk edip, aslında bu kavramın içini boşaltan davranışlar sergilediğinde çok doğal olarak o ülkede her alanda ayrı ayrı şiddet artıyor. Kadına, LGBTİ bireylere şiddet de artıyor, sanat eserlerine, galerilere saldırılar da artıyor, çevre tahribatı da artıyor, hayvanlara eziyet de artıyor; kısacası o ülkede var olanı yok etmeye yönelik bir hareket başlıyor. Oysa bilmiyorlar ki, kastettikleri bu varlık bir bütünden ibaret, o bütün kendilerini de kapsıyor ve kendileri de yokluğa sürükleniyor.
Sanata-sanatçıya saldırı AKP’nin iktidar olduğu dönem boyunca giderek arttı ve artmakta. Tophane saldırılarını hatırlarsınız örneğin. İlki 2010 yılında bir galeri açılışında içki içildiği bahanesiyle yapılmıştı. 2014 yılında örneğin, 21 kadın sanatçının açtığı bir sergiye saldırmışlardı. En son 2016 yılında bir sergi açılışına saldırdılar. Yine sanırım 2 yıl önce Ramazan ayında bir plakçı dükkanına saldırı gerçekleşti.
Geçtiğimiz yıl, Contemporaryart’ta Ali Elmacı’nın II. Abdülhamit’in portresinin bir kadın bedeni üzerine çizildiği eserine saldırıldı. Nihayet gericiler bu seneyi de boş geçirmediler ve 15. İstanbul Bienal’i kapsamında Abdülmecid Efendi Köşkü’ndeki eserlere saldırdılar. Abdülhamit'ten Abdülmecid Efendi’ye geçtiler yani maksimum, hiçbir şey daha iyiye gitmedi. Ve bunu “Laiklik bu mu?” diyerek yaptılar. Demokrasinin içinin boşaltılmış olduğunu, laiklikle bir sorunları olduğunu işte bu soru cümlesi ile bilmem kaçıncı kez daha ispatlamış oldular.
Sonra ne oldu? Saldırganlar serbest bırakıldı. Seneye ne olacak sizce? Belki aynı saldırılardan bir değil birkaç kez olacak. Neden? Çünkü hiçbir şey olmuyor. Yaptırımı yok yani. Aksine gerici çevrelerce perde arkasından alkışlanıp kutsanıyorlar. Bu yaptıkları onlar için gururlanılacak hareket.
Devlet sanatçıyı korumuyor yani. Oysa, açın Anayasa’nın 64. Maddesine bakın, “Devlet sanat faaliyetlerini ve sanatçıyı korur” yazar. Hatta, “Sanat eserlerinin ve sanatçının korunması, değerlendirilmesi, desteklenmesi ve sanat sevgisinin yayılması için gereken tedbirleri alır” bile yazar. Ama işte bu kadar. Ülkenin mevcut durumunda, Anayasa’da yer alan tüm temel hak ve özgürlükler gibi, sadece yazar.
İşte, tüm bu saldırganlık ve savunmasızlık sırasında “kadın” kullanılıyor ve tekrar tekrar mağdur ediliyor. Şu dünyadaki sansürlenen eserlerin listesini oturup çıkarsak eminim, çok büyük bir çoğunluğu kadınla ilgili olduğu görülecektir. Geçen yıl örneğin, Işıl Eğrikavuk’un “Havva elmanı bitir kızım” adlı video eseri indirilmişti bir otelin tepesinden. Üstelik eserde çıplaklık da yoktu. Sansür için, kadın ve özgürlük algısının bir arada olması, bu iki imgeyi çağrıştırması yeterli.
Oysa, çıplaklık tarih boyunca sanatın en önemli ifadelerinden biri olmuştur; çünkü gerçektir. Ya da gerçeği dile getirmek için kullanılabilecek en çarpıcı ifade biçimidir. Çıplaklığa sapık düşüncelerle bakmadığınızda güzeldir de aynı zamanda. Soyadı kullanmayı tercih etmeyen feminist sanatçı CANAN, kadın bedenini bizzat kadının ikinci cins olmasını eleştirmek için kullanan önemli sanatçılarımızdan. Eserleri çok kez sansürlenen CANAN, “Haksız Tahrik” isimli geçmiş sergilerinden birinde bu durumu çok güzel özetliyor ve önemli bir mesaj veriyor: “Her kadın farklı şekilde ezilir, buna sanatçı kadınlar da dahil. Bu yüzden feminist bir sergi açmak istedim. İsmini de ‘haksız tahrik’ olarak seçtim. Çünkü o dönem hala devam ediyor. Feminist örgütler haksız tahrik indirimine karşı çıkmak için kadın cinayetlerine müdahil olarak katılıyorlardı. Feminist örgütler haksız tahrik indiriminin kaldırılmasına değil, kadın cinayetlerinde kullanılmasına karşıydılar. Sergiyi kurgularken haksız tahrik başlığını yalnızca kadın cinayetleri üzerinden değil, kadın bedeninin gerek politik gerekse fiziksel olarak tahrik nesnesi olarak görülmesinden yola çıkarak adlandırmayı uygun buldum” diyor. Bakın, sanat baskılanan kadını kendine nasıl da konu edinmiş. Gelin görün ki, kendine bu meseleyi dert edinen eserlere de yine “kadın” olduğu için, “kadın” üzerinden saldırılıyor. Yazının başında bahsettiğim gibi, bu bir kısır döngü ve bozuk siyasi düzenle asla düzeltilemeyecek bir tahribat. Bu şekilde devam ederse, her geçen yıl bir öncekinden daha çok saldırıya ve sansüre maruz kalacağımız bir gerçek.
Son olarak not düşelim; CANAN’ın hali hazırda Arter’de Kaf Dağı’nın Ardında adında harika bir sergisi var, 24 Aralık’a kadar görülebilir. Sanatımıza da, kadınlığımıza da, sanatın kadın haline de sahip çıkalım. Devlet korumazsa ne yapalım, yasa adını “ana”dan almış bir kere, biz kendi kendimizi ne yapıp edip koruruz. Yeter ki, farkında ve bir arada kalalım.