Acıları kardeş yapmazsan, acı verenlerin kalleşliği sürer.
Sanıyorsun ki, onun acısı senin bayramın; onun bayramı senin acın.
Oysa sana da vuruyor, ona da vuruyor.
Seni de vuruyor, onu da vuruyor.
Bundan 9 sene önce, tam bugünlerde yazdığım bir makale böyle başlamış.
Neden öyle başlamış?
Yazdıklarımın çoğunun arkasındaki temel düşünce ve hissiyat buydu zaten, ama o da şu yüzden böyle başlamış:
Bundan tam 10 sene önce, bir gece vakti savaş uçakları havalandı…
Yer Roboski’ydi!
Bombalar 17’si çocuk yaşta, 28’i aynı aileden, 34 köylüyü öldürdü; “kaçakçı katırları”nı da.
Devlet, “kazayla” dedi, ölü başına 123’er bin lira tazminat değeri biçti. Reddetti ölenler!
Askerî Mahkeme dedi ki, emir komutada olur böyle şeyler: “Görev emrini yerine getirirken kaçınılmaz hataya düştüler.”
Ondan tam 8 ay sonraydı. Yer bu kez Uludere’ydi!
Askerleri taşıyan minibüs uçuruma yuvarlandı.
Dediler ki “Askerî araç kaza yaptı!” Oysa asker vardı, askerî araç yoktu. Korucunun derme çatma minibüsüne doldurulmuştu askerler.
O korucu ve 9 uzman çavuş orada can verdi. “Görev emrini yerine getirirken… şehit düştüler.”
Uludere’de can veren askerler, öldürülen 34 köylü için Roboski’de yapılan taziye ziyaretinde güvenliği sağlamaya gönderilmişti. Yorgun, uykusuz; emir komutayla.
Roboski’de ölen köylüler aslında Uludere’de ölmüştü…
Uludere’de ölen askerler aslında Roboski’de ölmüştü.
Zaten Roboski Uludere’ydi; Uludere Roboski!
İsimler ayrıştırılıyor, ayrıştırıyor; ölüm ayırmıyordu. Saflar ayrıştırıyor, “kazalar” aynı toprağa yatırıyordu cansız bedenleri.
O yazıda demişim ki:
“Uludere’de (yanlışlıkla) bombardımanda öldürülen 34 köylü ile derme çatma, çakma bir korucu midibüsüyle sevk edilmiş zaten bitkin 9 askeri “şarampol” diye aynı ölüm çukuruna yuvarlayan memleket aynıdır.”
Düştükleri toprak da öyle.
Sadece o kadar da değil.
Hak aramaya kalktıklarında, çarptıkları duvar da aynıydı.
Sağ iseler, sağlam iseler; döndükleri evler de genellikle aynıydı.
Ben yıllardır “Sıvasız Hanelerin Ölü Çocukları” diye yazıyordum; siz isterseniz üstünü örtüverin, görünmesin.
Öyle ya, sıvasız şehit evlerinin acılı ana babalarına, eşlerine, çocuklarına tesellisi zor haberi verenler mutlaka büyükçe bir bayrak da götürüyordu çoğu zaman; fotoğrafta, TV’de o hane tam görünmesin diye.
Bir diğerini çok farklı, öteki, hatta düşman görürken belki de, bir bakmışsın, kiminin kimliksiz sayılmasından, kiminin rütbesiz, apoletsiz sıralanmasından ötürü, tepeden bakanlar nezdindeki yerin çok da farklı değildir.
Çocuklarına bir gelecek sağlamak için tırmanması gereken duvarlar, aşması gereken engeller de, cansız bedenlerinin, kısacık hayatlarının sıralandığı çukurlar gibi aynıdır.
Aynı topraktan gelen, ne sayıyla sayılan ne saygıyla sayılan ve benzer sıvasız hanelerden bu toprakların her köşesine dağılanların nihayetinde vardığı toprak da aynıdır.
Bir sürü sorudan biri de şudur o zaman:
Her iki “kaza”da da, sivil ya da asker, emir verenler neden suçsuz, neden sorumsuz çıkıveriyor?
Neden ölüm alttakilere bu kadar kolay ve hızlı ulaşırken…
Onlara bir mahkeme celbi dahi ulaşamıyor?
Bir soru da kendimize, gazeteciliğe ve siyasetçiye, vatandaşa:
Birini birinden ayırmadan, ikisini de görerek, en azından birinden bahsederken diğerini de hatırlayarak çok da zor olamaz, değil mi?
Zor mu?
Peki!