Londra şehrinin güneyinde taksiye binmek zorunda kaldım bir akşam. Şoför bir kadındı. Nereli olduğumu sordu ve bir iki hafta içinde Türkiye’ye döneceğimi öğrenince, “Ne şanslısın, senin dönecek bir yerin var,” dedi.
Kendisini biraz geliştirmiş, iyi okullarda okuyan, bir dili iyi kötü öğrenmiş, daha ziyade orta ve üst orta tabaka mensubu ailelerin çocukları, ‘gitmek’ istiyor. "Gitmek istiyorum" diyenlerin sayısı artıyor hızla. Lisans ve lisans üstü eğitim için değil yalnızca, yaşamak, yerleşmek için. Bir gelecek görmüyorlar bu ülkede. Şımarıklık? Bencillik? Sorumsuzluk? Umutsuzluk? Böylesine kitlesel bir ‘gitme isteğini’ ve ‘umutsuzluğu,’ on yedi on sekiz yaşındaki insanları ‘itham’ ederek, küçük görerek ele almak doğru olmaz.
Yurt içi ya da dışından yazan, hâl hatır soran eski öğrenciler var. Birkaçı, aynı soruyu yönetti şu son bir yıl içinde: “Derste, yurt dışına gidin, okuyun, gezin, tozun, öğrenin, yararlanın ama mümkünse memlekete dönün, diyordunuz; hâlâ mı aynı şeyi düşünüyorsunuz?” “Biz dönmemek için her şeyi yapıyoruz,” diyorlar.
Yazıyı okurken, adam herhalde sıkıldı artık garson hikâyelerinden diye düşündünüz değil mi? Olur mu hiç, yine garsonlukla başlayacağım!
Son lokantada, dönmeye yakın yedi gün çalışmaya başlamıştım. Altı akşam ve bir sabah. Pazar sabahları kahvaltı/bıranç servisi ardından çıkıyor ve o günü dinlenerek geçiriyordum. Sık gelen bir çift vardı. Karı koca olduklarını tahmin ediyorum. Sohbet ederken göz ucuyla gazetelerine bakarlardı. Güler yüzlü, hoş bir ikiliydi. Bir gün, er kişi sorular sormaya başladı. Orada ne yaptığımı, nerede okuduğumu, ne istediğimi... Ankara’da politikıl sayns end pablik edministreyşın gibi son derece havalı bir şeyler okuduğumu söyleyince gözleri parladı ve sohbeti koyulttu. Dönüp dönmeyeceğimi sordu. Ben, “Tabii ki döneceğim ve asistanlık sınavlarına gireceğim, zaten o yüzden buradayım” dediğimde daha da sevindi. Sonra üç beş dakika nasihat etti. Ama can sıkıcı, snopluk kokan bir biçimde değil. Çok efendi, kibar tavırla, coğrafyamızı ve Türkiye’yi iyi tanıdığını, çok sevdiğini, şahane bir ülkemiz olduğunu, mutlaka dönmem gerektiğini, anlattı. Eğer burada kalırsan, her ne iş yaparsan yap eninde sonunda ikinci sınıf muamelesi görürsün ve hiçbir zaman kendini çok iyi hissetmezsin, dedi. Şunu ekleyerek; “İngiltere’nin sana ihtiyacı yok, ama ülkende yararlı olabilirsin, eğitimli insana ihtiyacınız var.” İlk kez bu kadar sıcakkanlı ve samimi bir nasihatle karşılaşıyordum. Teşekkür ettim. Bana kartını verdi, gazeteci olduğunu ve eğer bir ihtiyacım olursa ulaşabileceğimi söyledi. Ayrıldılar. Kartı, barın arkasına bıraktım, sonra da evde bir şeylerin arasına karıştı. Sanırım kaybettim. Türkiye’ye döndüm. Asistan olup arada bir yabancı gazeteleri karıştırmaya başlayınca o kartı veren düşünceli ve zarif insanın kim olduğunu fark ettim. Türkiye’den hayranlıkla ve sevgiyle söz eden, “Dön mutlaka” diyen orta yaşlı adam, meşhur gazeteci Robert Fisk imiş. Ne güzel bir davranış değil mi! Hâlâ içim ısınarak ve gülümseyerek hatırlıyorum o içten nasihat anlarını...
Döndüm. Dönmeseydim ne olurdu? Nereden bileyim, soru mu bu şimdi! Belki lokantacı olurdum. Belki bir kebapçı zincirim olurdu; törkiş döner vit turşu filan... Belki sefil bir hayat. Belki yüksek lisans yapıp bir yerlerde başka işler bulurdum. Mutlu olur muydum? Belki. Yaşamadığını bilemez ki insan. İnsan, döndüğünde, dönmese ne olurdu tahayyül edemiyor. Daha mutlu olmak mümkün müydü? Bilemem. Ayrıca mutluyum zaten, bunun dahası nedir, var mıdır?
Şimdi çok mutsuz ve endişeli, haberleştiğim öğrenciler. Kiminle konuşsam gitmek istediğini söylüyor. Nereye gideceklerini, tam olarak ne yapacaklarını bildiklerinden değil. ‘Burada yaşamak istemiyorlar,’ aslına bakılırsa. Evet, daha doğru bir ifade bu olabilir. Ben ne yanıt verebilirim ki! Kim yanıtlayabilir daha doğrusu? Mümkün mü böyle bir şey? Birine kal ya da git denir mi? Diyen olur da, demeli mi! Nasihat makamında olmadığım gibi, ‘git’ ya da ‘dön’ dairesi memuru da değilim. Hiç birimiz değiliz. Gitmek ve kalmak, gitmeden ve kalmadan bilinebilecek, sonuçları öngörülebilecek tercihler değil. Hangisi insanı daha mutlu eder? Vallahi bu sorunun yanıtı da, mutluluktan ne anlaşıldığına bağlı. Nerede yetiştiğimize, hangi tabakaya dahil olduğumuza, koşullarımıza, karakterimize... Eninde sonunda, mutluluk da ‘öğrenilen’ bir şey değil midir? Bizi mutlu eden bir şeyin, bir başkası için hiç bir anlam ifade etmemesinin başka bir açıklaması olabilir mi? Biri, hiç kimsenin yaşamak istemediği bir yer ve çalışmak istemediği işte çok mutlu olabilir. Kimi insanı da cennette istihdam etseniz şikâyetçidir. Haliyle, bir başka yere gitmek ya da kalmak, tek başına yeterli değil daha iyi hissetmek için. Mutluluk, çok katmanlı bir olgu.
Daha önce de bir kaç kez verdiğim bir örnek var, etkilendiğim bir gazete söyleşisinden. Radikal’de yayınlanmıştı zamanında. Türk filmlerinde küçük rollerde oynayan çok tanıdık bir yüz vardı; rahmetli Suzan Akay. ‘Tuvaletçi Kadın’ olarak da bilinir. Bir yerde ‘mutlu olup olmadığı’ sorulduğunda mealen, ‘Eğer hayat böyle bir şeyse kabul, ama başka yerde daha iyi bir hayat varsa oraya gitmek isterdim,’ diyordu. Hüzün verici bir kabullenme ve aslında kabullenememe hali... Üniversiteyi bitiren bir genç, yurt dışına gittiğinde ve orada bir yaşam kurmak istediğinde mutlu olabilir mi? Neden olmasın! Sorun şu ki ‘gitmek isteyenlerin’ derdi, orada bir yaşam kurmaktan çok, burada yaşamamak. Türkiye’de yaşamamanın kendisini, bir gelecek tercihi olarak benimsiyor oluşları.
Ne diyeceksiniz bu soruları yöneltenlere? İnsan bildiği kadar düşünebilir ve yaşar. Benim gibilere öğretilen de, toplum, kamu, memleket, aile, gelenek şu bu... Onsuz yapamayacağın, ancak içinde var olabildiğin topluma hizmet etmek, diğerleri için bir şeyler yapmaya çalışmak. Hemen her zaman, daha kötü koşullarda yaşayanları düşünmek. Aslında, şu ‘gitmek’ eğilimi, gidilmek istenen yerlerle birlikte ele alınmalı. Tahmin edilebileceği gibi öğrencilerin tercihi hemen her zaman ‘Batı’ oluyor. Avrupa ya da Amerika’da bir yerlerde yaşamak istiyorlar. Anlayacağınız, dünyanın müreffeh ‘azınlığı’ ile birlikte. Zira dünya çoğunluğu, öyle pek de matah yaşam koşullarına sahip değil. Hatta birkaç milyar insan sefalet içinde hayatta kalmaya çalışıyor. Yalnızca ekonomik değil, diğer pek çok açıdan da fena talihsiz bir nüfus mevcut yeryüzünde. Bırakın tüm dünyayı, biraz güneyimizdeki katil sürüsü insanların kafasını kesiyor bir süredir. Demem o ki, tamam Helsinki’de yaşamanın çok hoş yanları olabilir de, insan bazen, örneğin, hiç olmazsa Türkiye’de bir büyük şehrin üniversitesinde okuyabiliyorum diye sevinebilmeli. Yalnızca Türkiye değil, dünya nüfusu içinde bu şansa sahip olmayan ve görünen gelecekte olma ihtimali de bulunmayan birkaç milyar insan yaşıyor. Haliyle, insan başarabiliyorsa ve istiyorsa hiç kuşkusuz istediği yere gidip orada yaşamalı ancak hayali kurulan ülkelerin, dünya azınlığını temsil ettiğini de unutmamalı.
Kuşkusuz artık dünyaya çok daha açık bir genç nüfus var. Entelektüel bakımdan olmak zorunda değil; daha yüzeysel bir tanıma, haberdar olma durumu söz konusu. Örneğin ben o koşullarda İngiltere’ye giderken, çevrem epey yadırgamış ve tedirgin olmuştu. Gerek benim ve gerekse eşim dostum için, bir ‘bilinmezlik’ söz konusuydu. Oysa artık çok daha kolay oluyor, görünüyor her şey. Gideceğiniz sokağı dahi internet üzerinden gezebiliyorsunuz. Haliyle ‘bilinmez’ bir şey kalmadı. Bir yakınımın kızı Viyana’da okumak istediğinde, böyle bir talep hiçbirimize yadırgatıcı gelmiyor artık. Oysa ancak filmlerde karşılaşabileceğimiz bir durumdu bu. Fabrikatör Hulusi Kentmen’in biricik evladı giderdi yurt dışına, tahsil için!
Sıkıldı çocuklar. Daha fazla imkan var artık ellerinde. Burada bir gelecek görmüyorlar. Bana kalırsa hatalı ve fazla aceleci bir öngörü bu, ama hâl böyle. Yalnızca iş güç seçeneklerinden söz etmiyorum. Eğitimli orta sınıfın yaşam tarzı kaygıları, başlıca umutsuzluk nedeni. Gezi eylemlerindeki ‘bana karışma’ talebinin temsilcilerinden söz ediyorum. Türkiye’ye bakınca tarikatları ve eli palalı serserileri görüyorlar. Kaba sabalık, nobranlık, hoyratlık görüyorlar. İnşaat, toz toprak görüyorlar. Trafik ışığında duracak kadar olsun ‘uygarlaşmayı’ reddedenleri görüyorlar.
Koca memleket bu niteliklerden ibaret değil kuşkusuz, ancak iyi ve güzel olan her ne varsa görünmez hale geldi, şirretliğin, kibrin, duyarsızlığın ve kinin tozu, kiri altında. Ayrıca genç insanlar yaşamları boyunca başka iktidar ve başka yönetici kadro görmediler. Toplumsal ayrışma ve gerilimlerin tam ortasında kaldılar. Böyle giderse –ki gitmeyecektir- yalnızca sermeyenin değil, eğitimli gençlerin de kaçmak için fırsat kolladığı çoraklıkta bir toprağa dönüşecek burası.
İyi hoş da, dönüştürmemek de elimizde! İnsansız bir ülke olmadığına göre...
Bir insan, dünyanın herhangi bir yerinde mutlu olabilir. Mutsuz da olabilir. Daha iyi ve konforlu bir yaşam için mekân, koşullardan yalnızca biri. Koşulları dönüştürmek için çaba harcamak bir tercihtir. Böyle bir çabaya gerek duymadan, koşulları halihazırda iyi olan bir yerlerde yaşamayı seçmek, bir diğer tercih. Yaşadıkları toprak çok zor, çok zahmetli, çok acılı ve çok güzel bir toprak. ‘Dünyanın en güzel ülkesi’ diyerek anlamsız ve kompleksli iddialar öne sürmeye gerek duymadan da, güzel bir yer burası. Sayıları az belki ama, iyi ve dürüst insanlar da var.
Sanırım, gitmek isteyeni de, kalmak isteyeni de yüreklendirmek, teşvik etmek en iyisi. İnsan denemeli, nihayetinde...
Ama denerken, ‘enseyi karartmadan’ yapmalı bunu. Kendininkini de, bir başkasınınkini de. ‘Kalmayı’ deneyenleri küçümsemeden, her ne yapıyorsa. Bir de, gidince, yıllardır içinde yoğrulduğu her şeyin onu bir ömür takip edeceğini bilerek, kabullenerek gitmeli. Oradaki ilk yaz mevsimimin sonlarında, bir kitapçının ikinci katında üzerinde ‘törki’ yazan kitabı karıştırırken, Beyazıt bakırcılar çarşısında elindeki tası çekiçleyen sakallı yaşlı adamın fotoğrafını babama benzettiğim için, sicim gibi yaş boşalmıştı gözlerimden, çöküp kaldığım koridorda! İçimize işleyen her neyse, bırakıp gitmek bir yerlere mümkün olmuyor...
Önümüzdeki seçimleri muhalefet kazanırsa, siyasal atmosferle birlikte şu vahim ruh hali de değişir mi dersiniz? Öyle pek mucize beklemenin anlamı yok ama, değişir herhalde. Yeni olanın heyecanı ve umuduyla. Değişir tabii, neden değişmesin.
1995 yazına girerken... Londra şehrinin güneyinde taksiye binmek zorunda kaldım bir akşam. Şoför bir kadındı. Nereli olduğumu sordu ve bir iki hafta içinde Türkiye’ye döneceğimi öğrenince, “Ne şanslısın, senin dönecek bir yerin var,” dedi.
İyi bir şey, insanın dönecek bir toprağının olması...