Çınar sözünü bir insan için kullanmak kolay değildir. Sadece uzun yaşamak bu benzetmeyi kesinlikle beraberinde getirmez. Ağaçların kaderine yakın bir duruş sergilemek icap eder; bir rüzgârla esneyecek kadar teslimiyetçi, kütük gövdenin sabitliğinde zerre yerinden kımıldamayacak kadar omurgalı ve sağlam. Aynı anda aidiyetleri kucaklayan kökler ve özgürlüğe, yeniliğe kucak açan dallar, yapraklar olmak gerekir. Charles Aznavour öyle bir çınar. Her ânının hakkı verilmiş 94 yıllık bir hayatı tamamladı. İki gündür sesi, şarkıları, onunla ilgili her dilden kaleme alınan yazılarla dolu ortalık. Her zamankinden de fazla burada. O yüzden şu çınar denilebilen az sayıdaki insan öldüğünde sözün şehvetinden midir nedir bilinmez, pat diye ağızdan dökülen ve zerre haz etmediğim “Bir çınar devrildi” tabirini de yeri gelmişken defedeyim. Bilâkis, o şimdi dünya ormanlarının en vakarlı çınarı.
Ondan bahsederken birden çok, birden farklı insandan konuştuğumuz hissine kapılırız. Öyledir de aslında. Şansonları, balatlarıyla doğup büyüdüğü Fransa’dan 180 milyon plak satmış dünya çapında bir müzisyene dönüşmüş Aznavour; hüznü gözbebeklerine işlemiş imgesini sayısız filmle beyazperdeden belleklere kazımış Aznavour; 1988'de yaşadığı depremle ağır yaralar alan Ermenistan'a "Ermenistan için Aznavour" adlı bir vakıf kurarak maddi manevi yardımlarda bulunan, Ermenistan’ın fahri elçisi olmuş ve Türkiye’ye seslenmekten hiç usanmamış bir Aznavour…
Siyaset ve sanat kadar aynı insanda birleşmesi zor iki kutup daha yoktur. Aynı anda yürütmeye kalktığından ortandan yarıldığını hissedersin. Zaten eğer çok büyük bir derdin yoksa, tercih de etmezsin böyle bir şeyi. Charles Aznavour iki alanda da emek vermenin zorunluluğunu hisseden bir insandı. Bunun kaderi olduğuna inananlardan. Çünkü onda insanların hikâyelerini dinleme, dahası bir sözle, bir bakışla, belli belirsiz bir jest ve mimikle karşısındakinin ruhuna nüfuz etme gücü vardı. Elbette büyük bir derdi ve meramı vardı. İkna etmeliydi. Hep de bunu yaptı.
MELEZLİK VE GÖÇEBELİK
Asıl adı Şahnur Vağinag Aznavuryan'dı. Ermeni bir ailenin oğlu olarak 22 Mayıs 1924'te Paris'te dünyaya geldi. Fransa'ya Gürcistan'dan göç eden babası Mişa Aznavuryan şarkıcı, Adapazarı'ndan göç eden annesi Knar Aznavuryan ise oyuncuydu. 2005’te Fransızcadan Emre Aral Altuntaş’ın çevirisiyle Aras Yayıncılık tarafından yayımlanan anı kitabı ‘Geçmiş Zaman Olur Ki’de kendini şöyle tanımlıyordu:
“Köklerim anımsayamadığım bir toprağın çok derinlerine gömülü. Nerede sahi o toprak, Türkiye'nin ucunda, akrabalarımın toza dönüşüp Asya rüzgârına karıştığı kurak arazilerde mi? Babamın ailesinin memleketi Gürcistan'da mı? Çıktığımız yer olan Ermenistan'da mı? Ben bir göçebeyim, bir göçmenim, bir vatansızın oğluyum; gerçek bir geçmiş bulamadan, sonunda bir başka ülkeyi, bir başka kültürü, bir başka dili benimsemiş biriyim. Ne yapalım, herkesin adı Dupont, Martin ya da Durand olamaz. Benim adım da Aznavour ve şimdiye kadar bundan şikâyet etmedim.”
Şikâyetçi olmaması hep kaderin hakkını teslim edişindendi. Küçük kumpanyalarda, kız kardeşiyle birlikte de ailesinin işlettiği restoranda şarkı söylerken, Fransa’nın Yunanlı, Cezayirli, Roman tekmil melez kültürleriyle harmanlanırken ünlü Fransız şarkıcı Edith Piaf'la tanışıp onunla birlikte Amerika'ya ve Avrupa'nın çeşitli kentlerine düzenledikleri turneler sonucu tanınması, derken yolunun kesiştiği; etkilediği, etkilendiği Charles Trénet, Jean Cocteau, Raoul Breton, François Truffaut, Jacques Prèvert, Yves Montand, Gilbert Bécaud, Liza Minelli dahil bir dolu isimle; fiziğini, sesini eleştirenlere rağmen ilmek ilmek örülen bir kariyer: “Olayların zorlamasıyla, akışıyla, sonunda dört meslek yapar oldum: Oyunculuk, şarkıcılık, yazarlık, bestecilik. Biri öbürüne kapı açtı, beriki ötekini itti, bazen de iç içe geçti bunlar, ve dört ayrı alan olsa da sonuçta birbirini tamamladı. Biraz karman çorman, biraz serserice yaptım bu işleri, ama tam profesyonel olmasam da asla amatörce değil. Önemli olan işin iyi yapıldığı duygusuydu, bir zamanlar dendiği gibi ‘iyi iş’ çıkarmaktı. Bugün, sahne üzerinde geçen altmış dokuz yıldan sonra, samimiyetle söyleyebiliyorum ki, bahsettiğim mesleklerden birinde, yani şarkıcılıkta, beni işverenime yani halka bağlayan sözleşmenin hükümlerini hep yerine getirdim.”
HİKÂYELERE DOYAMAYAN BİR ANLATICI
Yaptıkları arasında birinciliği verdiği şarkıcılık ve bestecilik onun hayatının anlamıydı. O şansonların beyefendisiydi. Şanson dediğinse özünde hikâye anlatıcılığıydı. Charles Aznavour kalabalıklar içindeki yalnızların, bir ömrü heba ettiğini hissedenlerin, ihanete uğramışların, başarısız sayılmışların, aşktan uçanların, kendini saklamak zorunda bırakılmışların, sürgünlerin, aidiyetsizlerin, eşcinsellerin, transların hayatın bütün olanak ve ihtimallerinin sesi oldu. 94 yaşında geçtiğimiz ay Japonya'da verdiği konserden dönen, 26 Ekim'de Brüksel'de bir konser vermeyi planlayan Aznavour’a bu gücü veren ne maddi ihtiyaçlar ne de ününü koruma isteğiydi. Anlatacak hikâyeler bitmiyor, tutku sönmüyordu. Hepsi bu.
Charles Aznavour geçtiğimiz hafta verdiği röportajda son nefesini sahnede vermek istediğini söylemişti. 2005’te Roll dergisi için Siren İdemen’le yaptığı telefon söyleşisinde Time dergisinin kendisini yüzyılın sanatçısı seçerek kapak yaptığının hatırlatılması üzerine “Evet ama, o yüzyıl geçti... Bu yüzyılın sonunda ben ölmüş olacağım ve başkasını bulacaklar, ama öleli çok olmamış olacak, çünkü uzun yaşamayı umuyorum” demişti.
Uzun yaşadı ve evet, o yüzyıl geçti. Sadece rakamsal olarak da değil. Şanson geniş, yavaş zamanların, ince ayrıntıların müziği. Düştüğünü söylemekten çekinmeyenlerin, zamanla derdi bitmeyenlerin, programlanmış kariyer değil hayatın gel-gitlerini bilenlerin tercihi.
Ama işte Charles Aznavour’a duyulan ihtiyaç, 'La Bohème’, ‘Hier encore’, ‘Reste’, ‘Emmenez-moi’, ‘Comme ils disent’ ve nicelerini dinleme tutkusu kaybolmadı. Çünkü o hikâyelerin sahiciliği ve geçerliliği zamanı, mekânı, tarihi, coğrafyayı yendi. Ruhumuzda kaldı. Genetik kodlarla kuşaklara aktı.
Genetik kodlarla kuşaklara akan bir acı için bir de şiir yazmıştı: “Lettre à un ami turc” (“Türk bir dosta mektup”) Gül metaforundan hareketle “Çıkartmaya karar verseydin / Yüreğimdeki dikeni / Senin ayağındaki de / Yok olur giderdi” diyordu. Roll’daki söyleşide dönüp dolaşıp mesaj verme isteği hep gerçek anlamıyla barış önceliğindendi:
“Bu dikeni çıkarmak için Ankara hükümetiyle iki taraftan politize olmayan makûl insanların bir araya gelmesi gerekiyor. Ne demek istediğimi anlıyorsunuz, değil mi? Bu nihaî bir karar anlamına gelmez, çok uzun süreden beri inkâr politikası yürüten Türkiye’yi sıkıntıya sokmaz. Ama, Ankara tarafından kabul edilmiş olur… Ben kendim iyi bir kozum. Çünkü ben yeryüzündeki en önemli Ermeni sesiyim. Ermenilerin siyasî sesi değilim. “Ermeniler vardır” diyen sesim. Çünkü benden önce Ermeni'nin ne olduğu bilinmiyordu. Sonra şöyle denmeye başladı: “Ermeni misiniz? Ah, Aznavour gibi...”
Başka tür bir anmanın ve dünyanın düşündeydi. Naif ve inançlı:
“Bu sene de 24 Nisan’da yürüyüşe katılmayacağım. Yürüyüşe katılmak için yanımda resmî bir görevlinin, mesela Türkiye’nin Paris Büyükelçisi'nin olmasını bekliyorum. Bu, benim için müthiş bir zafer olur. Askerî türden bir zafer değil, olağanüstü bir memnuniyet anlamında söylüyorum. Bir zaferden çok, mutluluk. Ermenilere söylediğim gibi, soykırım tanındığı gün –bir gün mutlaka tanınacak– sokaklara dökülüp bağırıp çağırmamak gerekiyor. Herkesin davetli olduğu büyük bir bayram olmalı. Egoist bir şenlik olmamalı. Tabii ki büyük bir bayram olacaktır. Hatta belki Türkiye’de de kutlanacaktır….
“Size her şeyi söyledim. Atalarımın bir kısmının yaşadığı toprakları ziyaret edebilmenin beni ne kadar mutlu edeceğini anlattım. İstanbul’da deniz kıyısındaki lokantalarda yemek yemenin beni ne kadar mutlu edeceğini anlattım. Tanımadığım Türkiye’yi gezmenin beni ne kadar mutlu edeceğini anlattım, çünkü sadece iki kere İstanbul’a geldim. Bu, benim için kaynaklarıma gitmek anlamına gelir. Çünkü Ermenistan benim kaynağım değil. Benim iki kaynağım Gürcistan ve Türkiye. Gelebilmem için Ankara’nın beni resmen kabul etmesi lâzım. Çünkü benim Ermenistan’ın fahri elçisi gibi bir statüm var. Diplomatik pasaportluyum. Dolayısıyla, beni resmen davet etmeleri uygundur. Ne zaman beni davet etseler, hep film festivali için oluyor. ‘Ama bu da resmî davet sayılır’ diyorlar. Ben de ‘resmî olan, festival komitesi’ diyorum. Benim beklediğim bu değil. Çok daha resmî bir şey bekliyorum. Diasporadaki Ermeniler için bu harika bir şey olacaktır. İşte böyle...”
İşte böyle… Aznavour bu topraklara hiç davet edilmedi. Bu toprakta gömülmek isteyenlere hiç izin verilmedi. Sonra tam da aynı ikna edicilikle mücadele veren ve bugün Ermeni dendiğinde en az Aznavour kadar ismi bilen Hrant Dink, gazetesinin önünde vurularak öldürüldü. Charles Aznavour’un ve Hrant Dink’in ortak bir anma olarak düşledikleri tarih, o başka türlü geleceğe bir türlü evrilmedi.
‘Hier encore’da dediği gibi oldu. “Onca umut büyüttüm/hepsi kuş olup uçtu.”
Geriye çınar ağaçları ve rüzgârda hışırdayan yapraklar kaldı. Hepsi bu.