Yağmur yeni bitmişti. Yere düşer düşmez, sıcaktan yukarı doğru çıkmaya başlıyordu. Belki de hiç düşmeden, doğrudan neme dönüşüyordu. Çünkü göz gözü görmüyordu. Buğulanmış otomobil camı gibiydi sokaklar ama silebilecek bir cam yoktu. Buğuların arasından yağmurdan saklanan insanlar çıkıyordu. Bir zombi filmi gibiydi. Korkunçtu. Korkutabildikleri için değil yoksulluk korkunçtu. São Paulo’nun meydanlarından birisiydi burası. Fortaleza'da, Brezilya'nın öte köşesinde 121 sokak çocuğunun polislerce öldürüldüğü kilisenin öte yanıydı. Bu arada kaldırımdan insanlar yürüyordu. Takım elbiseli bankacılar, borsacılar, banka ve borsaların sadece kapısında olsalar bile onlar gibi –eh markaları değil tabii– giyinmek zorunda olanlar, finans dünyasının beyaz yakalıları, zombilere aldırmadan yürüyorlardı. Haklarını yemeyelim zombiler de onlara aldırmıyordu. Yan yana, iç içe kurgulanmış hatalı bir film sahnesi gibiydi. Birbirlerinin üstünden geçiyorlardı. Bildiğiniz kapitalizm işte…
Yağmurun buharı güneşe dayanamayıp dağılmaya başlamıştı. Sokak insanları çoktan yerlerine geçtiler. Geniş bir merdiven basamağı, dar bir sokak aralığı, iyi güneş gören bir köşe ve hemen yanında güneşten kaçılabilecek bir tente altı… Herkes kendi yerindeydi. Dünya yerli yerindeydi!
En çok bir tanesi dikkatimi çekti. Kaldırım üzerinde bir havalandırma ızgarasının üstünde oturuyordu. Yanında bir torba vardı. Bankaların para taşıdığı çuvallara benziyordu. İçi kağıtlarla doluydu. Küçük hesap pusulalarıydı bunlar. Yazar kasa fişi gibi üstünde sayılar vardı. Onları alıyordu teker teker eline. Mırıldanarak üstündeki sayıları okuyordu. Belki de topluyordu, bilmiyorduk. Eskiden muhasebeci olduğunu düşündük. Daha dramatize edelim, düşüş daha yüksekten görünsün diye mali müşavir de diyebilirdik. Üç kere yanından geçtik. Kağıtlardaki sayıları okumaya çalıştık. Demiştim ya, sayıları topluyor mu diye merak ediyorduk. İkinci geçişten sonra ‘Kaldırımdaki ızgaradan ofis kokusu geliyor’ dedi Merve. ‘Ofis nasıl kokar ki’ dedim. Üçüncü geçişte hak verdim, para gibi kokuyordu. Pislik bulaşmış mürekkep kokusu ve biraz bilgi kibri…
Çöplüğün kıyısında bir kavga vardı. Kavga ettikleri ancak dikkatli bakınca anlaşılıyordu. O kadar mecalsizdiler. İkisinin elinde de bıçak vardı ama birbirlerine batıramıyorlardı. Etlerini delebilecek kuvvetleri yoktu. Belki etleri de yoktu. Genç, çocuk ya da yaşlı oldukları da anlaşılamıyordu. Crack kullandıkları çok anlaşılıyordu. Şimdiden bedenlerinin çoğu kısmı ölmüştü çünkü. Göz bebekleri saydam gibi oluyordu. İris tabakasını görüyordun baktığında. Çok bildiğimden değil, uyduruyorum, ilkokul hayat bilgisi dersinden kalma bir şey.
Bir favelada bu uyuşturucunun yapıldığı yerin yanından geçmiştim bir kere. Karnıma saplanmıştı kokusu. Şeker kamışı kanyağı ile saatlerce yıkayıp temizlemiştim. Buna uyuşturucu demek çok yanlıştı. Dolaysız öldüren bir şeydi. Uyuşturmaya tenezzül bile etmiyordu. Parça parça ölüyordun ama bunun da bir keyfi vardı galiba. Çok düşkünü vardı. Ucuz bile değildi. Hiçbir şeydi ama insanlar bunu alabilmek için birbirilerini öldürüyorlardı. Paradoksaldı. Olmamak ya da olmamak işte. Bütün mesele buydu…
Yağmurdan sonra São Paulo’dan insan manzaraları. Üstteki resim ne peki, diye sorarsanız ekran koruyucusu olsun diye koydurdum onu. Kendimizi görmeyelim diye…