“Saraylara savaş, kulübelere barış”, Fransız aristokrasisinin zorba iktidarını deviren Fransız halkının, yoksul köylülerin, baldırı çıplakların sloganıydı. Gerçek bir barışın ancak savaşla; ama cepheleri doğru kurulmuş bir sınıf savaşıyla kazanılabileceğini söylüyordu; son derece basit iki gerçeği, saray ve kulübeyi, son derece güçlü iki imgeye dönüştürerek… Soyluların saraylarına karşı yoksulların kulübeleri. Fransız devrimcileri sarayı bozguna uğrattı ve bu çarpıcı slogan, 19. yüzyıl boyunca Avrupa’yı kavuracak olan sınıf savaşlarında işçilerin dilinden hiç düşmedi. Sadece 24 yıl yaşayan büyük Alman yazarı Georg Büchner, onu Hessen’de prensliğe karşı ayaklanan Alman köylüleri için yazdığı devrimci bildiride kağıda kazımış ve ezilenler için sonsuza dek unutulmayacak bir mottoya dönüştürmüştü: "Yüce Hessen Prensliği'nde 718 bin 313 vatandaş yaşıyor. Bunlardan 700 bini kan ter içinde çalıştığı halde aç kalıyor. Bu devlete de 6 milyon gulden ödüyorlar. Bu paralar, halkın vücudundan emilen kanlı vergiler. Vergiyi ise güya devlet hesabına alıyorlar. Sülükler hükümetin arkasına sığınıyor, hükümet ise devlet düzeninin varlığı için kan emmenin faydalı olduğunu söylüyor…" Bildiri büyük harflerle yazılmış bu sloganla bitiyordu: “Kulübelere barış! Saraylara savaş!”*
Saray ve kulübe, öncesi bir yana, Büchner’in epik bildirisinden beri birer sınıf savaşı metaforudur ve halen günceldir. Dün ‘Saray’ yerine Çankaya Köşkü’nden duyurulan korona virüsü salgınıyla mücadele tedbirleri açıklanırken, bu sloganın tersine çevrilmiş bir halini duyar gibi olmamak mümkün değildi herhalde. Türkiye egemen sınıflarının ve onlar adına, onlarla birlikte siyasal iktidarı elinde bulunduranların ‘güncel’ ideolojik pozisyonuna uygun, sağcı komplo teorileriyle harmanlanmış bir ‘Batı eleştirisi’ ile başladı ‘korona nutku’… Bizzat kendi sağlık bakanı özel hastane sahibi değilmiş gibi, kapitalist ülkelerdeki sağlık sektörü özelleştirmelerini gündeme getirdi. Halka seslendiği bölümde, sarılıp öpüşmemeyi, ‘gönlüne göre gezmemeyi’, ‘herkesin kendi kendine alacağı’ tedbirleri salık verdi. Yaşlılara kolonya ve maske ‘müjdesi’ verdi. Elinizi yüzünüzü yıkayın, kolonya dökünün gibi altın tavsiyelerde bulundu. Sahabe hikâyeleri anlattı. Ve sonunda sadede geldi. “Ekonomik istikrar kalkanı” adı verilen 100 milyar liralık bir paket açıkladı. Covid-19 salgını ve bunun toplum üzerinde yarattığı büyük tehdidi, Suriye’nin kuzeyine ve İdlib’e yönelik askeri operasyonların (Fırat, Barış, Bahar kalkanları) bir devamı gibi ‘kalkan’ ortak parantezine alan, orada kaybedilmiş istimi, bu salgın kriziyle yeniden üretme fırsatı gören bir isimlendirme…
Peki neydi “ekonomik istikrar kalkanı”?
Çeşitli sektörler için 6 ay SGK prim ödemesi erteleme; konaklama vergisinin dondurulması, havayollarına çok yüksek oranda vergi indirimi, şirketlerin kredi ve faiz ödemelerine 3 ay öteleme, ihracatçıya stok finansmanı desteği, konut kredilerinde genişleme, esnek çalışmanın daha etkin hale getirilmesi… Ha, bir de 100 milyarlık paket içinde “ihtiyaç sahibi ailelere nakdi yardım” için ayrılan 2 milyar lira… Paketin yüzde 2’si…
“Ekonomik istikrar kalkanı” adını taktıkları paket, tam anlamıyla “şirketlere milyarlarca liralık kalkan, halka abdest ve kolonya tavsiyesi” planıdır: Saraylara koruma tedbiri, kulübelere abdest telkini ve kolonya! Mevcut iktidar, Türkiye tarihinde eşine az rastlanır ölçüde açık, apaçık bir sınıf tavrı koymaktadır. İnsani bir kriz durumunda dahi, emeğiyle, işgücünü ve zamanını satarak geçinenlerin değil; krizden etkileneceği düşünülen şirketlerin yanında durulmakta ve bu hiçbir demagojik perde arkasına gizlemeye bile gerek duyulmadan ilan edilmektedir. Paketi açıklayan Erdoğan, patron örgütü TOBB’un başkanı Rifat Hisarcıklıoğlu’na “Neşen yerinde” diye takılmaktan bile çekinmemiştir. Aralarına geniş mesafeler konarak oturtulan sermaye temsilcileri bu latife karşısında bakanlarla birlikte gülüşmüştür. Bu patronların halen faal olan işyerlerine gidip gelen emekçilerin, servislerde, toplu taşımada nasıl bir ‘mesafe’ ile oturdukları hiçbirinin aklına gelmemiştir elbette. Sermaye sınıfı, devleti ve bürokratlarıyla birlikte benzeri görülmemiş bir katharsis yaşamıştır canlı yayında. Kapatılmayan AVM’lerin sahip ve ortakları, halen çalıştırılan fabrikaların sahipleri, sanayiciler, inşaatçılar, turizmciler, özel sektör kodamanları ve bunların siyasi temsilcileri, hiçbir işçi temsilcisinin olmadığı bir ortamda, virüs salgınının iktisadi ve siyasi fırsatlarının tadını çıkarmıştır; “neşeleri yerinde” olarak…
Türk burjuva devleti, sermaye sınıfı ve bürokrasisiyle birlikte, bu salgını bir fırsat olarak gördüğünü ilan etti. Ekonomik krizin yol açtığı çöküntüler, İdlib fiyaskosu, bunlara paralel olarak halk sınıfları nezdinde görülen destek çözülmesi ve eş zamanlı olarak alternatif çıkışlar, restorasyon arayışları gibi sorunlar karşısında Saray rejimi; yanıltıcı olmaya çok açık, geçici ve riskli bir zaman kazanmış gibi görünüyor. Kalıcı ve gerçek çözümler üretmek konusunda eli kolu bağlı olan rejim, virüs salgınının, hem ekonomik sorunların hem de siyasi tıkanmışlığın önünü açacak bir fırsat penceresine dönüşmesini umuyor. Ancak belli ki tablo bu beklentinin hilafına olacak şekilde ağırlaşma eğiliminde. Bu ‘istikrar kalkanı’ ayininden saatler sonra Sağlık Bakanı, gerçeğin ancak bir kısmını gösterse de onun gücü hakkında fikir veren yeni sayılar açıklıyor. Vaka sayısının geometrik olarak arttığı (neredeyse her gün iki katına çıkıyor), artık ölümlerin başladığı ve devam edeceği anlaşılıyor. Sağlık sisteminin bu yükü ne kadar taşıyabileceği, ev kredilerini genişletmek gibi ‘önlem’lerin salgına karşı ne kadar faydalı olabileceği gibi aslında cevabı belli sorular, gerçek hayat tarafından daha sık ve yakıcı olarak gündeme getirilecek. Türkiye, tarihsel bir kriz anında, neo-islamcı iktidar ve onun arkasında hizalanmış sermaye kesimlerinin, kendi ikballeri dışında hiçbir değer tanımayan fırsatçılıkları tarafından esir alınmış durumda. Sahabe menkıbeleriyle avunacak, meselenin “birkaç hafta içinde çözüleceği” varsayımıyla yapılmış patron kurtarma planlarıyla vakit kaybedecek lüksü yok. Ülke dün, bizzat onu yönetenler tarafından açık bir sınıf karşıtlığında resmedildi. O halde çözüm de sorunun olduğu yerde aranmalı: Saraylar ve kulübeler…
* Aktaran: Galina Serebryakova, Ateşi Çalmak, Cilt 1, Kor Yayınları. [Bu vesileyle, Marx’ın hayatını dönemin tarihsel ve toplumsal gerçekliği içinde anlatan bu nehir romanı tüm okuyuculara tavsiye etmek isterim. İlgilenenler için link şurada.]