Sarı, sıcak yaz güneşinin altında...

Bugün hazır Nicolas De Staël’i yeni tanımışken ya da tanıyorsanız hafızanızı tazelemişken kendinize bir iyilik yapın; çevrenizdeki herhangi bir şeye tekrar bakın. Rengi, ışığı görün, bu hayatın, dünyanın harikalığını derinden doyumlayın...

Irmak Özer heyirmako@gmail.com

"Resimsiz hayat o kadar üzücü ki hâlâ yapabiliyorken çok fazla resim yapıyorum."

Bir gün iş yerinde oturduğum yerde sosyal medyayı karıştırırken şair, yazar ve ressam Etel Adnan’ın bir resminin satıldığı yüksek meblayı paylaşmıştım bir iş arkadaşımla. Dümdüz anlatımla, Etel Adnan’ın sadece birkaç renkten oluşan çok sade tabloları vardır. Güneş doğar, güneş batar, ağaçlar salınır. Pek hoştur. Resmin fiyatını söylediğimde, iş arkadaşım hemen "Bunu ben de yaparım, hatta hemen şu an yapıyorum alıyorsan," demişti. Evet ama Etel Adnan’ın büyüsü ne olacak? Herkesin her resme baktığından ondan etkilenmesi "gerektiği" fikrini bırakalı çok oldu. Kendime de bu baskıyı yapmıyorum. Örneğin; ben de bir türlü Mark Rothko’yu sevemiyorum. Sürekli sanat üzerine konuştuğum, çok yakın bir aile dostumuz, Rothko’nun eserlerinin karşısına geçtiğinde gözlerinin dolduğunu, eserleri uzun uzun izleyebileceğini söylüyor. Bana ise etkisi sıfır... Etel Adnan ve Rothko’dan bahsederek başlamamın sebebi, bugün size tanıtmak istediğim Nicolas de Staël’in dört renkten oluşan Sicilya’daki Agrigento şehrini resmettiği tablosuna aşık olmam. Eminim iş arkadaşım görse, "Bunu ben de yaparım," derdi. Peki ya büyüsü? Çok sevdiğim İtalya’nın sarı sıcak bir gününde De Staël’in ailesi ile aldığı tozlu yollarda ben de gidiyorum sanki... Sıcaklığı, havanın basıklığını ama ortamın güzelliğini, neşesini hissediyorum.

Yazla, çok sevdiğim İtalya ile özdeşleştirdiğim De Staël’in hikayesi aslında oldukça çalkantılı ve kendini Antibes’teki stüdyosunun terasından (söylenene göre o dönem takıntılı olduğu bir kadın onu reddettiği için) geride eşini ve çocuklarını bırakarak 41 yaşında atmasıyla bitiyor. Üstelik ironik bir biçimde hayatının belki de en neşeli resimlerini yaptığı dönemde... Ünlü bir Fransız sanat dergisi tarafından "20. yüzyılın en gizemli ressamlarından" olarak tanımlanan De Staël, hep bir ironi içindeymiş. Sanatçının en iyi, hatta en renkli resimleri II. Dünya Savaşı sonrasında ve özellikle de insanların acı, direniş, sürgün ve yıkım yaşadığı Fransız savaş deneyimi sonrasında ortaya çıkmış. Bu yıkımdan asla bahsetmeyen De Staël, sanki hayatın acılarını göz ardı ederek daha ziyade güzel şeyler resmetmeye kendini adamış.

AŞKA AŞIK ÇALKANTILI BİR HAYAT

Hayatının son döneminde bu acıları göz ardı etme eğilimi, belki de De Staël’in hayat boyu zorluklar içinde yaşamasından geliyor. Nicolas de Staël, Nicolaï Vladimirovitch Staël von Holstein olarak, 1914’te çarın sarayında yüksek rütbeli bir askeri ailenin çocuğu olarak dünyaya geliyor. 1917 Devrimi sırasında henüz üç yaşındayken sürgüne zorlanan annesi ve babası kısa bir süre sonra ölüyor. Böylece De Staël ve iki kız kardeşi, Belçika'daki bir Rus çift tarafından büyütülmek üzere Brüksel’e gönderiliyorlar. Brüksel'de sanat okuduktan sonra De Staël, özgür bir ruh ve aykırı bir sanatçı olarak yollara düşüyor ve Fransa'nın güneyini, İspanya'yı ve Fas'ı dolaşıyor. Fas’ta hayatının aşkı, kendinden beş yaş büyük ressam Jeannine Guillou ile tanışıyor. Tanıştıklarında evli ve bir çocuğu olan Jeanne, kocasını bırakıp De Staël ile kaçıveriyor. Sanatçının gezdiğim retrospektifinde resimlerinin yanı sıra fotoğrafları da bulunduğu için bu süreci hayal etmek eğlenceli oldu. Toz toprak için 1930’ların sonunda eşeklerle seyahat edilebilen Fas’ta Jeannine Guillou sanırım bir eşeğin üzerine atlayıp bizim melankolik ve flamboyant ressamı takip etmiş...

Fransa’ya döndükten sonra II. Dünya Savaşı sebebiyle bir süre askere alınan ressam salıverildikten sonra yeni ailesi ile taşındıkları harika evde o kadar parasız kalıyorlar ki evin kapılarından mobilyalarına çeşitli materyalleri yakarak ısınarak hayatta kalıyorlar. 1946'da Jeannine, hayatını tehdit eden hamileliği sonlandırdıktan sonra çok zayıf kalıp yetersiz beslenerek ölüyor. Bu ölüme yıkılan ve uzun süre içten içe yas tutan, bunu sanatına yansıtan De Staël, dıştan pek yas tutmuyor ve Jeannine'in ölümünden üç ay sonra ikinci karısı Françoise Chapouton'la tanışıp evleniyor ve ailesini Fransa'nın güneyine taşıyor. Bu dönemde artık tanınmaya başlayan, resimlerini sergileyip satan sanatçı, başarının tadına varıyor ve ailesi ile Paris’e taşınıyor. Ancak ikinci evliliğini yaptıktan beş yıldan kısa bir süre ve üç çocuktan sonra, sanatçı bu sefer de evli iki çocuk annesi Jeanne Polge'ye delicesine aşık oluyor. Tekrar ailesine pılıyı pırtıyı toplatıp Jeanne'nin yakınına Antibes'e yerleştiriyor. Yeni aşkı kocasından ayrılmayı ve onu görmeyi reddedince, De Staël, 3,5 metreye 6 metrelik devasa bir tuval olan Le Concert (Le Grand Concert: L'Orchestre) adlı son çalışmasını öfkeyle üç günde tamamlayarak kendini terastan atıveriyor. Sanatçının hayatı boyunca belirip kaybolan depresyonu da böylece son bulmuş oluyor.

TEKRAR BAK!

"Hayatım boyunca resim yapmayı düşünmeye, kendimi tüm izlenimlerden, tüm duygulardan ve tüm endişelerden kurtarmak için resim yapmaya ihtiyaç duydum. Bildiğim tek çözüm resim yapmak."

Nicolas De Staël hayata veda ettiğinde on beş yıllık kariyerinde ürettiği binden fazla resim bıraktı geride. Bir dönem çok fakir olduğu için bulduğu kartonlara bile resim yapan ressamın belki de bilinenden de fazla resmi var. Benim sanatçı ile tanışmam, önce Fransa, Musée d’Art Moderne de Paris’te sonra da İsviçre, La Fondation de l’Hermitage Lausanne’da gerçekleşen retrospektif sergileri ile oldu. Birebir aynı olmasa da çoğunluğun aynı eserler olduğu sergilerin ilkinin küratörü Pierre Wat, De Staël için, "O, dünya manzarasına hayret duyan bir adam. Işığın tonalitesinin ve çeşitliliğinin, araştırma ve deneylerin, sürekli yenilenmenin ressamı. Tabloları, bir anın bir tablosu, şehvetli ve tensel; asla entelektüel veya akademik değil," diyor. Yazının başlarında bahsettiğim; De Staël’in birkaç renkle herhangi bir yeri resmettiğinde bile yaşattığı duyguların kerameti buradan geliyor bence... Dünyaya hayran, çevresindekilere duyarlı bir insan. Tüm duyguları ile görüyor ve kendine has tarzıyla anlatıyor. Gündüz vakti bir futbol maçı, deniz kenarında şemsiyeler, masaya konan bir parça meyve; De Staël’e göre bunlar bize dünyanın fantastik gösterileri. Sanatçı bu gösterileri ve onların (bizim bakıp da pek de göremediğimiz) sürekli değişen ışıklarını yakalayıp bize tekrar gösteriyor. Tekrar bak! Duygularınla bak... Benim için De Staël, bu anlama geliyor.

Kendini yenilemeyi, denemeler yapmayı seven ressamın çalışmaları figürasyon ve soyutlama arasında gidip geliyor; gerçek dünyaya dair hayali görüşlerini daha iyi yansıtabilmek için sanatçı, bu ikisi arasındaki ayrımı flulaştırmış. 1953'te tamamladığı, en sevdiğim resimlerinden, kızını resmettiği Portrait d'Anne De Staël, bu tarza iyi bir örnek. Anne’in figürünü bir şekilde seçiyoruz ama fiziği veya duyguları ile ilgili hiçbir ipucumuz yok resmin kaydığı soyut tarz sebebiyle. On bir yaşındaki Anne, renk bloklarından oluşan bir bütün...

Georges Braque, Robert Delaunay gibi dönemin çok ünlü ressamları ile dostluk kurup birlikte çalışsa da, aykırı ruh De Staël tabiiki genel sanat çevresinden uzak durmuş. Bununla beraber, bir öncü olmaktan geri kalmamış. Kendi dünyasında süzülen De Staël, her zaman üst üste binen yoğun renkler kullanmış ve bize bir renk ve ışık mozaiği sunmuş. Uzmanlara bugün çağdaş resim olarak kabul ettiğimiz şeylerin çoğu - Renk Alanı hareketi de dahil - De Staël’in tuvallerinde öngörülmüş.

Bugün hazır Nicolas De Staël’i yeni tanımışken ya da tanıyorsanız hafızanızı tazelemişken kendinize bir iyilik yapın; çevrenizdeki herhangi bir şeye tekrar bakın. Rengi, ışığı görün, bu hayatın, dünyanın harikalığını derinden doyumlayın...

Tüm yazılarını göster