Bugün Ankara’dan söz edeceğim. Şehrimden. Geçtiğimiz yıl yaşananlarla alakası yok ama yine de bağlantıyı kurabilirsiniz: Bu ara sıklıkla adını duyduğumuz şehir, Ankara. Başkent olmasının ötesinde (ya da bununla bağlantılı olarak) “darbe”nin merkezi olması bunda büyük pay sahibi. Derdim “darbe” değil, şehrin kendisi. Çok uzun zamandır başındakiler ona o kadar kötü davranıyor ki, Ankara, hayırla anılmıyor. Tarih boyunca bildiğimiz bir gerçek var: Sevmeyeni sevmez, yaşamayanı bilmez. Severseniz, sonuna kadar seversiniz, ayrı. Ben sevenlerdenim. Ankaralı değilim ama Ankaracıyım. Şehre kopmaz bir bağla bağlıyım –ki yakınlarda bu bağı iyice sağlamlaştırdım. Sevdiceğim, ailem, hatıralarım orada. Onları bırakmam, unutmam, yok etmem mümkün değil. Ankara bunun için önemli, bunlarla değerli. Bunların yanında, başta “başgan”, “kötü”ler ihmal edilebilir.
Ankara’ya 1988 yılında geldim. O yılın 12 Eylül sabahı Ankara Üniversitesi’ne kaydımı yaptırmak üzere Cebeci’deki spor salonunda kuyruğa girdiğimde hayallerim büyüktü: Kimya mühendisi olacak, rafineride çalışacaktım. Olmadı. Okumadığımdan değil, rafineride çalışma şansım neredeyse hiç olmadığından. Çocukluk hayalimdi, gömdüğüm gün üniversiteden de soğudum. Bunda Ankara’nın payı büyük elbette… Şehre geldiğim günden itibaren o sokak senin bu sokak benim gezdim, kendimi konserlere verdim, mekânları keşfettim. O ana kadar, babamın görevi nedeniyle Çanakkale – İzmit arasında savrulmuş, yaşadığım yerlere dair bir aidiyet hissetmemiştim. Ankara’yı gördüm, sevdim ve köklerimi hiç çekinmeden oraya saldım, Beşevler’de (o dönem Milli Eğitim kampüsü içinde olan) öğretmenevinde başlayan hikâyem önce Söğütözü’nde yeni açılmış (öğrenciler arasında Balgat Yurdu olarak bilinen) Tahsin Banguoğlu Yurdu’na taşındı; sonrasında İncesu, Ziraat Mahallesi, Çiğdem Mahallesi ve Eryaman’daki evlerimde sürdü. Ankara maceramın ilk etabı, 2009 yılında Kolej’de sona erdi. Sonrası, İstanbul.
“Ankara’nın en güzel yanı İstanbul’a dönüşü” diyen şairin aksine ben hep Ankara’ya dönüşleri sevdim. İstanbul’da yaşadığım yıllarda da bunları “dönüş” olarak algıladım çünkü evim Ankara’ydı. Arkadaşlarım oradaydı, işim oradaydı, kardeşim oradaydı… Sonra sevdiceğimi orada buldum. Yıllarca Ankara’yı aynı yerlerde ve aynı şekilde, aynı heyecanla yaşamış insanla tanıştığım gün, şehri daha da sevdim: Tam da benim gibi seven, o heyecanla şehre sahip çıkan insanı bulmuştum. Yıllarca karşılaşmamış olmamıza hayıflandım, “geç kaldık” dedim ama sevindim. Çok sevindim. Sonrasında saçmaladım belki ama, ilk günün heyecanı hâlâ içimde. Ankara’ya geldiğim ilk gün gibi…
BİR 15 TEMMUZ HİKÂYESİ
Söze burada küçük bir ara vereyim, geçtiğimiz yıla ışınlanayım. 15 Temmuz 2016, benim için bir dönüm noktası. “Darbe”yle alakası yok: Sevdiğim, yıllarca yazdığım gazetem BirGün’ü küçük (ama tedavi edilebilir) bir kırgınlıkla terk ettiğim gün. “Terk” sözüne kanmayın, sonrasında yollarımız yine kesişti –ki ayrı olması mümkün değil. duvaR’da pazar yazılarına başlamam, BirGün’den ayrılışım sonrasındaki boşluğu misliyle doldurdu elbette ama her pazar sabahı uyanır uyanmaz bakkala koşmak ve elime aldığım eki heyecanla açarak sayfamı görmek, artık yaşamadığım bir şey. Basılı gazeteye yazmanın heyecanı bambaşka.
Sözü dolandırmayayım, günü özetleyeyim: 15 Temmuz’da Çanakkale’den İstanbul’a doğru yola çıktım, otobüste bir gece önce yazdığım veda yazımı bir kere daha okudum, Tekirdağ civarında gazeteye gönderdim ve uyudum. İstanbul’a indiğimde, çok sevdiğim bir Ankaralı arkadaşımın yemek davetine iştirak ettim. Yeni projelerden söz ettik, şahane bir yemek yedik, iki satır demlenelim derken Ankara’dan haber geldi: “Burada garip şeyler oluyor, tepemizden jet geçiyor. Yollar kapandı, sanırım darbe bu.” Güneş henüz batmıştı ve gece yeni başlamıştı, şaşkındık. Derhal televizyonları açtık, arkadaşlarımızı aradık, olaya vakıf olmaya çalıştık. Sonrasını anlatmayacağım, biliyorsunuz zaten. Hep birlikte yaşadık, yaşıyoruz. Yazının burasından itibaren “darbe” ve sonrasındaki gelişmeler üzerine uzun ve öfkeli cümleler kurabilirim ama buna hiç girmeyeceğim. O başka bir yazının konusu olsun. Bugünkü yazının konusu, “darbe” sonrası daha da itibarsızlaştırılan Ankara.
'GRİ' ANKARA'DAN 'YEŞİL' ANKARA'YA
Ankara denince aklımıza ilk gelen, cumhuriyetin başkenti oluşu. “Cumhuriyet” kimine göre yıllar önce ortalığı karıştıran bir Yalın şarkısı, İstanbul’dakiler için Nevizade’de bir meyhane, Afyonlulara sorarsanız sucuk markası, İzmir’e giderseniz en çok okunan gazete… Ankara’ya gelirseniz yönetim şekli. Şehir bunun için fazla gri ve bürokrasi her yere sinmiş durumda; ağırlığını hissetmemeniz mümkün değil. Buna (ve yeşile düşman yönetimlere) rağmen hâlâ yeşil. Sokakları sakin, mahalle arasına gizlenmiş küçük parkları şahane, evleri sıcak. Sıcaklık, içindekinden. Ankara’da dışarıda buluşulmaz; ev ziyaretleri makbuldür. “Dışarı”ya gitmek isterseniz, ucuzdur. Sessiz ve sakin bir şehirdir Ankara. En azından yakın zamana kadar öyleydi.
“Hiçbir Şeyde Gözüm Yok” şarkısıyla tanıdığımız Fethi Karamahmudoğlu, bir dönem “A’dan Z’ye Türkiyemiz” adlı bir çocuk şarkısına imza atmıştı. Orada Ankara’nın karşılığı, “göz nuru başkent” olarak verilmiş. Yavuz Alaybeyoğlu’nun Ankara’nın başkent oluşu sebebiyle bestelediği “Ankara Özlemi”, “kalınca bir an ayrı, özledim Ankaramı” dizeleriyle başlar, şöyle devam eder: “Ey biricik başşehrim / Canım sevgili kentim / Her zaman delikanlı / Benim aslan hemşehrim // Duman duman havana / Kızılay Çankaya’na / Cebeci’ye Ulus’a / Kavuşsam toprağına // Birkaç günlü ayrılık / Yeter zor geldi bana / Altın kafeste olsam / Değişmem yemin sana”.
27 Mart 1994’ten bu yana Melih Gökçek tarafından yönetilen bir şehir burası, Cumhuriyet tarihinin neredeyse dörtte birine tekabül ediyor bu. 1984 sonrasında beş yıl boyunca yaptığı Keçiören Belediye Başkanlığı’nı da sayarsak, süre artıyor. Gökçek’in Ankara’ya ettiklerini anlatmaya kalksak sayfalar yetmez. Şehrin dört girişine kondurduğu tuhaf kapılar, bol betonlu park düzenlemeleri, gerçek ağaçları sökerek yerine diktiği plastik ağaçlar, şehrin dört bir yanına diktiği saat kuleleri, fıskiyeler ve garip heykeller, “icraat”ının bir parçası.
Ankara’nın şanssızlığı sadece yönetimiyle alakalı değil. “Ankara Ankara Güzel Ankara” ya da “Ankara’nın Taşına Bak” gibi bildik marşlar ve Hacı Taşan işi “Ankara’da Yedim Taze Meyvayı” gibi türküler bir yana, hakkında yapılmış çok az şarkı var. Olanın da bir kısmı (içinde veya adında Ankara geçmesine rağmen) şehre ait değil. Misal, Gündoğarken repertuvarındaki “Ankara’dan Abim Geldi” aslında bir İstanbul şarkısı. Yüzyüzeyken Konuşuruz şahanesi “Ankara Kapkara” da öyle. Yine de içinde Ankara’ya dair izler bulmak mümkün: “Çok değil birkaç yüz kilometre / Ankara İstanbul’dan hareketle / Dahası uçakla da gidilmekte / Ama bu, derinliği yok etmekte…” Şarkıdaki “Ankara Kapkara” kalıbı, Zamani’nin bir türküsünde de karşımıza çıkıyor: “Alınterimizi sömürüp yerler / Bizi beğenmezler pis köylü derler / Eğer bir pis varsa o da o beyler / Ankara kapkara uyan fukara…” Ankara, bir dönem taşranın umudu –ki o çok bilinen marşta söylenen “Ankara Ankara güzel Ankara / Seni görmek ister her bahtı kara / Senden yardım umar her düşen dara / Yetersin onlara güzel Ankara” dizeleri, tam da bununla alakalı. Selda’nın seslendirdiği Şemsi Belli şiiri “Anayasso”, Şavatalı Hasso’nun “Angara”ya ulaşma çabasını anlatır. “Ankara’da türlü türlü plan var” dizesi, yine Selda’nın seslendirdiği “Suç Bizim”de geçer. Sevinç Eratalay’ın sesinden dinlediğimiz eski bir türkü “Ankara’dan bir haber var” der ve devam eder: “Dediler Deniz asılmış / Eyvah eyvah…” Ankara her dem isyanın hedefi ama bununla bağlantılı olarak bir dönem acı haberlerin art arda geldiği yer. Kemal Burkay şiirinden bestelenen ve “Mamak Türküsü” olarak bilinen Yeni Türkü şarkısı “Sonbahardan Çizgiler”, tam da o dönemde karşımıza çıkan bir Ankara şarkısı… “Samsun asfaltında otomobiller”, bu şarkıda yüreğimizi çizer.
Ankaralı olmayan Ankara şarkıları arasında en meşhurlardan biri, Haluk Levent’in meşhur ettiği “Ankara”. Kendisini anlatmayan şarkıların adlarında geçen şehir, alakasız bir şarkının bir yerinde de beliriverir aniden: Mazhar Alanson, “Kelimeler Kafi”de, “Ankara’daki ev”den söz eder. Bülent Ortaçgil, “Deniz Kokusu Getiriyorum”da şöyle der: “Yarım gün uzakta Ankara / Sokaklarında uslu kentliyi oynamak için…” Zuhal Olcay’ın sesinden sevilen Vedat Sakman bestesi “Ankara’da Aşık Olmak” ise tersi bir rota izler ve “Ankara’dan bir kuş uçtu güneye doğru” diye başlar. Sakman Ankaralıdır. Bu şehri iyi tanır, şarkılarına şehir sinmiştir. Ankara adı geçmemekle birlikte, Yeni Türkü’nün “Fırtına”sı da bir Ankara şarkısıdır aslında: “Geçse de yolumuz bozkırlardan / Denizlere çıkar sokaklar”daki bozkır, bizzat Ankara –ki şarkının söz yazarı Murathan Mungan da tedrisatını Ankara’da tamamlamış insanlardan.
AŞK, ANKARA'DA BİR MEYDAN...
Aşk, Bandista’ya göre “Ankara’da bir meydan” –ki tayfanın bir kısmı Ankaralı. Bana sorarsanız, aşk dediğin bizzat Ankara: Meydanı, cadde ve sokakları, müzeleri, sinemaları, meyhaneleriyle. Alpay, “Ankara Garı”nda, hazin bir ayrılık sahnesini anlatır. Mekân ve anlatılan hikâye o kadar örtüşür ki, hiç tren yolculuğu yapmamışsanız bile şarkıdan etkilenirsiniz. Tren tutkunuysanız, Ankara Garı’nı biliyorsanız ve artık “alkolsüz”lüğüyle övünen lokantasında iki satır demlenmişseniz, şarkı canınıza okur. Yeni “gar”dan değil, eski Gar’dan söz ediyorum. Dursun Karaca’nın Ankaralı sevgilisini anlattığı şarkısında da karşımıza çıkan mekandan: “Ankaralı bir sevgilim olmalı / Ben yoldayken saatleri saymalı / İstasyondan gelip beni almalı…” Ankaralı sevgiliyi anlatan bir başka isim, Nazan Öncel. Burada durum biraz farklı ama: “Yoluma çıkma artık / Yolumu değiştirdim / Ankaralı sevgilim”.
Ankara’da yaşanan aşkların izleri, şarkılara girmiş. İzmirli Gündoğdu Duran’ın Ankara kızlarını anlatan “Ankara Rüzgârı”, bütün şarkılar içinde belki de en meşhuru: “Önce biraz gülecek, kalbe ümit katacak / Söz verecek, gelmeyecek, hep seni aldatacak / Sev diyecek, sevmeyecek, belki de ağlatacak / Boş yere ağlama, kalbini bağlama, Ankara kızlarına”. Anlattıklarına kanmayın, şarkının en güzel yerine odaklanın: “İndi bahar Ankara’nın sisli yamaçlarına…” Bu yıl baharı göremedik ama, bilen bilir: Ankara’nın baharı güzeldir. Kışı yaz eden, bahardan söz eden Bilge Özgen şarkısı, bu bahse bir katkı olarak yazıya girsin: “Gizli bir tılsım vardı bakışlarında / Mevsim değişirdi yüzün gülünce / Karlı akşamlarda kış ortasında / Yaz olurdu Ankara biz öpüşünce…” Melih Gökçek geldiğinden beri Ankara sokaklarında öpüşmek pek mümkün değil ama Ankara, aşkların en güzel yaşandığı şehirlerden biri. Biliyorum çünkü geçtiğimiz yıldan bu yana en güzel zamanlarımı burada geçiriyorum. Geçirdim en azından.
“Ankara Rüzgarı” bir yana, Ankara’dan söz eden alaturka şarkılarda, hep özlenen bir sevgili var: “Ankara’da Gölbaşı’nda / Yine sevdalar başımda / Âşık olmak ne güzel şey / Hayatının her yaşında…” Necdet Tokatlıoğlu bestesi “Sensiz Ankara”, sözlerini Mehmet Erbulan’ın yazdığı kayıp bir şarkı. Ankaralı şarkılar arasında yeri ayrı: “Günüm kara, gecem zindan / Kalbimdesin inan her an / Sen gideli sanki viran / Sevgilim, sensiz Ankara // Gözyaşımı kurutmuyor / Efkârımı dağıtmıyor / Artık beni avutmuyor / Sevgilim, sensiz Ankara…” Şunu söylemezsem olmaz: Ankara benim için dünyanın en güzel, en yaşanır şehri ama yalnızken kâbustan öte. Yazık ki Ankaracılık da sökmüyor bu durumda… Özeti şu: Özlüyorsanız, Ankara’dan uzak durmalısınız. Şarkıda geçen “viran”, hafif kalıyor.
Sözleri Doğan Işıksaçan’a ait bir Kamuran Yarkın bestesi, kaybedilmiş sevgilinin ardından yitip giden şehre yazılmış bir ağıt: “Aradım boşuna ben Dikmen’de o kahveyi / Elele gezdiğimiz kırlar evlerle dolmuş / Varsın gibi yanımda, hatıralar koşuyor / Seninle beklediğim durak bile kaybolmuş”. Aynı his, Sami Derintuna’nın sözlerini yazdığı Turhan Taşan bestesinde de var: “Çankaya’yı hüzün sardı / Gençlik Parkı öksüz kaldı / Bırakıp da sen inadı / Dön ne olur Ankaralım”
Tam da burada sözü Çağdaş Türkü’ye bırakayım… Topluluğun 1986 tarihli ilk albümü “Bekle Beni”de karşımıza çıkan, sözlerini Murat Yetkin’in yazdığı “Uyanıyor Ankara”, 1990’lı yılların ortasında, kuruluşuna katıldığım Radyo Arkadaş’ın açılış şarkısıydı. Şu dünyada en çok dinlediğim şarkılardan biri olmalı. Hâlâ bıkmadım, bıkmam. Sözleri, Ankara’yı anlatır ama içinde umudu barındırır: “Son kuşlar da geçiyor / Biten bir sevda gibi / Uyanıyor Ankara / Günün ilk saatleri // Sokaklar dolar şimdi / Bakmadan yağan kara / Başlanıyor her günkü / Yaşama kavgasına // İşe koşar kimimiz / Kimimiz iş bulmaya / Sanki sonu görünmez / Bir yol gibi bu dünya // Düşe kalka bu yolda / Sevdası kavgasıyla / Birer özlemdir bunlar / Yalanı dolanıyla // Bilinmez ne getirir / Bize gelecek günler / Her gün yeni bir umut / Her gün yeni bir dünya // Akıp gidiyor yaşam / Sel gibi sokaklarda / Sürüklüyor her şeyi / Yorgun umutları da // Akıp gitse de yaşam / Gelmiyor bırakmaya / Karşı durmaktır yaşam / Tükenmemektir asla // Karşı durmaktır yaşam / Onurla ve sabırla / Yüreğinde duymaktır / Sevdanı umudunla”
HAZİN HİKÂYELER, ROCK CEPHESİNDEN KATKILAR
Alpay’ın sesinden dinlediğimiz “Güven Parkı”, hazin hikâyesiyle dikkat çeken bir şarkı. Başında şahane bir Ankara tasviri var: “Bu kente Konya asfaltından girer güney rüzgarı / İnönü Bulvarı’ndan geçip Atatürk’e döner / Güven Parkı’nda soluklanır // Bu kente Konya asfaltından girer ilkbahar / Çiftlik’ten başlayıp Bahçeli’ye uğrar / Güven Parkı’nda tomurcuklanır…” Sonrası, evlere gündeliğe giden Fatma Kız’ın acıklı hikâyesi. Grup Yorum’un “İnsan Pazarı” da aynı minvalde. Mekân, yine Ankara, yine Güven Parkı. Sözler, Hasan Hüseyin Korkmazgil’in şiirinden.
Ankara üzerine en çok şarkı yazan isimlerden biri, Sincanlı Oğuz Yılmaz. “Eryaman’dan Elvan’dan” onun; “Ankara’nın Dikmeni” de... Ankaralı Namık’ın “Dar Geldi Sana Ankara”sından “Angaranın Bağları”na uzanan hat buna bağlanabilir ama ilgilenmemek en iyisi. Yine de semt bağlantısıyla, bir taş plaktan ve Faide Yıldız’ın sesinden bize ulaşan “Dikmen Güzeli”ni buraya iliştireyim. Feyzullah Çınar’dan Neşet Ertaş’a, Ekrem Çelebi’den Ali Kızıltuğ’a uzanan Ankaralı türküler da başka bir yazının konusu. Ben farklı bir hattan ilerleyeyim…
Pop değil belki ama rock cephesinden Ankara’ya katkı çok. “Ankara Sokakları” adını taşıyan şarkılardan biri, Bulutsuzluk Özlemi’nin “Numara” albümünde bize ulaşır. Şarkı içindeki süpürgeli davul ve kalbe dokunan saksafon bir yana, sözleri de şahanedir: “Yürüyordum / Yürüyordum ay ışığında / Adım seslerim / Boş sokaklarda / Yankılanırken gece ayazında / Sen yokken anlamsız / Gideceğim yer / Sadece gölgem / Beni takip eder / Ankara sokaklarında…” Ne demiştim: Ankara, yalnızken fena. Hele ki şehrin bir yerinde, yıllardır beklediğiniz insan yaşıyorsa. Bulutsuzluk Özlemi şarkıda da söylüyor: “Unutmadım / Zaten unutmam ki…”
Vega’nın “Hafif Müzik” albümünde yer alan “Ankara”, bu şehir için yazılmış en iyi şarkılardan: “Yağmur dönerken kara / Şarkılar var falımda / Hepsi sana, hepsi sana / Bu gece Ankara /…/ Sokaklar dolusu / Şekerli kar kokusu / Tunalı'da gezinirken / Bizde bir / Kahvaltının tutkusu / Acıkanlardan biri ben / Arkada bıraktığım sen / Kim olduğunu biliyorsan söylesen…” Ankaralı Pilli Bebek şarkılarında Ankara geçmez belki ama kokusu her yerine sinmiştir. Yine Ankara’dan tanıdığımız Pamela’nın şehrinden söz eden şarkısı, bir yol şarkısı: “Seviyorum sensiz / Ankara’da bir barda Tunalı’da / Dönüyorum sensiz / İstanbul’a ucuz havayoluyla”. Erol Büyükburç’un erken dönem rock katkısı “Ver Elini Ankara”, biraz zorlama: “İşte kapına geldim, unutup denizleri / İçimde hasretin dağlar gibi kapkara / Seni sevmek ne güzel, ne güzel sana koşmak / İşte kapına geldim, ver elini Ankara…” Yine de güzel, ayrı. Rock cenahından son katkı, ‘90’lı yıllarda, bir dönemin şahane ekibi Haramiler’e selam çakarak kurulan “yeni” Haramiler’den… Ekip, bir albümlerine de başlık olmuş “Kar Yağıyor Bugün Ankara’da” adlı şarkıda şunu söyler: “Kar yağıyor uykularıma / Sen uzaklardasın…”
'EN HIZLI ZAMANLARINDA ANKARA'NIN...'
Ankara denince akla gelen marşlardan birini yazının başında anmıştım: Uğur Mumcu’nun bir karlı günde Karlı Sokak’ta öldürülmesinin ardından Ruhi Su yorumuyla hafızamıza kazınan “Ankara’nın Taşına Bak”. Marş, 1973 sonlarında yayımlanan bir plakta, Esin Engin dokunuşuyla sevimli bir aşk şarkısına dönüşmüştü: “Ankara’nın taşına bak / Gözlerimin yaşına bak / Aşkına ben esir oldum / Sen feleğin işine bak // Gözyaşımı döküyorum / Gurbet ele gidiyorum / Aşkına ben esir oldum / Hüngür hüngür ağlıyorum…” Bahsi kapatmadan, Sadettin Kaynak’ın bestelediği marşı da anayım: “Yaşa Ankara yaşa Ankara / Cumhuriyet’in beşiği sensin / Sen ortak oldun sevgili yâra / Var ol Ankara şen ol Ankara”.
Yazının sonunda, “en hızlı zamanında”ki Ankara’yı anlatan Erkin Koray şarkısına bağlanayım. “Bu bir Ankara hatırasıdır” diye başlayan “Ankara Sokakları”, yaşadığımızı özetler: “En hızlı zamanında Ankara’nın, sevdik birbirimizi / Sen ve ben / Belki çok erken ama çok yakın olduk birbirimize / Bir kız ve bir erkek / Çığ gibi yağdık Ankara’nın üzerine…” Yaşadığım tersinden ama duygusu aynı: Geç kalmışlığı yoğun yaşanmışlıkla telafi etmeye çalıştık ve Ankara’nın üzerine bir çığ gibi değil, sağanak yağdık. Belki de, daha doğru bir deyişle, Ankara’nın üzerinden yağdık. O kadar güzeldi.
Bugün Ankara’dan söz ettim. “Durup dururken nereden aklına geldi?” sorusunu sorarsanız cevabım net: Hiç aklımdan çıkmıyor ki! Anlatacağım çok şey var ama kararında bırakayım. Bir zaman sonra devam ederim belki. Çabam, sevdiğimiz Ankara’yı şarkılarla hatırlatmak, güzelliklerini yaşatmak adına… Şarkılara tutunmadığımız taktirde, bambaşka yerlere savrulmak işten değil. Şarkılar sustuğunda sessizleşiyor, yalnızlaşıyoruz. Bunun için, içimizdeki şarkıyı hiç susturmayalım.
Son sözü, Oğuz Atay’a bırakayım ama en güzel Ankaralı Joe Strummer’a selam çakmayı ihmal etmeyeyim. “Tutunamayanlar” dan kulağımızda kalan “Dün, Bugün, Yarın” adlı şarkı, nokta koymak için ideal: “When I was a little child, / Bir yokluktu Ankara. / Apres moi dull and wild / Town ne oldu, que sera?”