Güney Kore’den Kuzey Kore’ye geçmek istedim. Çiftçi sendikasıyla takılıyordum orada. Onlara sordum. Güney Kore devleti bazen ve bir sürü zaman, onlar için Kuzey Kore’nin ajanları olduğunu söylüyordu. "Yok" dediler. "Kuzey Kore-Güney Kore diye bir yer yok, tek bir Kore var ve hâlâ mücadele sürüyor." –Böyle bir cevap karşısında boşa gidiyor çaba. Teorik olarak haklılar denilebilir. En azından kendi açılarından. Böyle bir cevabın oldukça daha abartılısını Japonlardan duymuştum. Kore’ye gideceğimi söylemiştim; "Kore diye bir yer yok, orası Japonya" demişti biri. Belki "Japonya diye bir yer yok" da diyen başkaları olabilir.– Teori ve pratik birbirine uymuyor bir sürü zaman ve sınır görevlileri, varsa mayınlar, sınır telleri, bazen duvarlar…
"Onlar bizim kardeşimiz" dedi çiftçi. Eliyle karşıda bir yerleri göstermişti bunu derken. Dağın kıyısında bir köydeydik. Köyün İngilizce öğretmeni çeviriyordu bana. Bu yüzden çiftçi bunu söylerken önce bana bakıyor, sonra öğretmene dönüyor, o çevirince bir daha bende ne etki uyandırdı diye bana bakıyordu. Bu arada dağı seyrediyordum ben. Rengarenkti çünkü. Kırmızı, sarı ve yeşil. Başımı sallayıp onaylıyordum. "Peki, kardeşlerimizi göremez miyim ben?" diyordum. Teoriyi pek ellemeden altından geçmeye çalışıyordum. Bana onun Kuzey'de çok sayıda yakını olduğunu söylemişlerdi. Bu yüzden cezaevinde kalmıştı. Bu sefer ben, önce çevirmene sonra çiftçiye bakıyordum. Bana baktı sadece. Bir şey demedi uzun süre. Sonra aralarında konuştular. Ben dağ seyretmeye devam ediyordum ve pirinç rakısı vardı.
O günlerde sınır kapısı açıktı Kuzey Kore’nin ama sınırlı bir geziydi tabii ki. Bir otobüsle toplu halde giriyor, toplu halde bir yerler geziliyor ve toplu halde geri dönülüyordu. Bu tür bir geziden sayfalarca politik analiz çıkartan yazılar okumuştum. Çok iyi gözlemci olmalıydılar ve güçlü hayal güçleri vardı. "Buraya geri mi döneceksin sonra?" dedi çiftçi. Düşünmemiştim. Pek sonrasını düşündüğüm olmuyordu, yoksa zaten bir ofiste avukattım herhalde. Yüzüne bakıp istediği cevabı bulmaya çalıştım. "Bilmem Hoon amca sana sormamı istedi" dedim. –Hoon amca Güney Kore cuntasını deviren isyancıların liderlerinden biriydi. 1.50’yi biraz geçen boyu vardı. Kim beni onunla birlikte görse, hemen onu bana anlatmaya başlıyordu. Halk silah deposunu bastığında, Hoon amca kimine göre yedi tüfek, üç bazuka ile dışarı çıkmıştı. Hoon amcayı düşününce pek fizik kurallarına uymuyordu ama insanlık fizik kurallarına uymaz. İsyan günlerinde ise zaten fizik filan geçerli olmazdı. Daha çok neşenin esrik rüzgarı ortalığı sarıyordu ve şenlik.– Öğretmen bunu da çevirdi. Şişedeki pirinç rakısını sonuna kadar doldurdu. Bardak hepsini almayınca, biraz üstünden içip gerisini doldurdu. Öğretmeni sürahiyi doldurması için içeri gönderdi.
Korece bir şeyler söyledi bana öğretmen içeri gidince. Ne demek istediğini anlamadım. Bir kelime bile yakın gelmiyordu. Yüzüme baktı ve bu sefer tek tek bir kere daha söyledi. Nedense dünyanın her yerinde o dili anlamazsan öyle söylerler. Saatini gösterdi, sanırım "3-4 gün sonra" dedi. Ben de başımı salladım ve gene anlamadım tabii ki. Fakat öğretmen gelince de sormadım. En azından o kadarını anladım.
–Kore’de, Kuzey'de -ki tek Kore var! - 'Şarkılı ve alkollü eğlence yasaklandı' diye bir haber vardı. Batı gazeteleri öyle yazdı.–
Güneyde öğretmen, pirinç rakısıyla geri döndü. Çiftçi artık neşeliydi ve bir daha ona bir şey söylemedi. İçki içti, şarkı söyledi…