Gözünün ışığıyla kış bitiren Suad’ın bahçelerimize ektiği gül ağaçlarından Nuh’suz gemiler yapmak boynumuzun borcu, ne zamandır vaat edilen ama ölmeden gidilmeyen cennetler zalimlerin olsun.
Suad Amiry’nin Sharon and My Mother-in-Law: Ramallah Diaries (Şaron ve Kaynanam: Ramallah Günlükleri, Random House, 2005) kitabını 2015’in son günü alıp ilk sayfaya şu notu düşmüşüm: “Bu yılın son hediyesi.” Kitabı almadan bir iki hafta önce Suad’la onun adına düzenlenen bir etkinlikte tanışmıştık. Dışarıda kemik donduran rüzgâr, buz kesmiş bir akşam. Etkinliğin olduğu mekânsa minnacık, içine otuz kişi ya sığar ya sığmaz, sıcacık. O ara içimdeki kış daha da beter geçtiğinden, selamsız sabahsız odanın en tenha köşesine gidip oturdum. Etkinlik başlayana kadar göz ve söz temasından kaçışı biraz adabıyla yapayım diye de çantamdan bir kitap çıkardım ama ben daha kitabın kapağını bile açamadan Suad oturduğu yerden bana doğru seslendi: “Hayırdır, niye o kadar uzağımıza düştün? Kalk, biraz yamacımıza gel. Bize adını da bahşedersen çok seviniriz.” Bu cümleleri kurarken Suad’ın yüzünde çoktan açmış gülleri ve gözlerinin kış bitiren ışığını görmesem oturduğum sandalyeden hayatta kalkmazdım.
Suad Amiry, en derin acıları bile bal kıvamına getirip hem kendine hem yamacındakilere sunmasını bilen yüce ruhlu, ender insanlardan. Yüzünü tarih kitabı olarak okutsalar hepimiz ya tarihçi ya şair olurduk. Sesinde, girdiği her mekânı doldurup boşaltacak ve hiç bitmeyen coşkusuyla yeniden dolduracak kadar güçlü bir berraklık, dirençli bir sevinç, “buradayım, varım” inadı. Ürdün’de doğmuş. Babası Filistinli, annesi Suriyeli. Sürgünlüğünün katmanlarını sanırım anlatmaya gerek yok ama bunun üstüne illâ bir laf edilecekse o da şu olurdu: Yersizliği yurt edinmek herkesin harcı değil.
İlk mesleği mimarlık olduğu için taşın toprağın, “bir varmış bir yokmuş”un dilini gayet iyi biliyor Suad. Filistin’in köylerini, boşaltılmış evlerini yıllarca dolaşıp “tarihin coğrafyası, coğrafyanın tarihinden daha güçlüdür” (bu cümle Mahmud Derviş’in) diyerek kendi haritalarını çoktan çıkarmış. Başkaları da bu işe bulaşsın, dahası Filistin’in kültür mirası ve toplumsal hafızası ayakta kalsın diye Riwaq’ı kurmuş.
Suad, 'Şaron ve Kaynanam' kitabını 1981 ve 2004 yılları arasında yazdığı günlüklere ve Kasım 2001’de İsrail’in Batı Şeria’yı (yeniden) işgal etmesinden 26 Eylül 2002 yılına kadarki süreçte, yakın arkadaşları ve ailesine “terapi niyetine” gönderdiği elektronik postalara sadık kalarak yazmış. Giriş bölümünün son cümlesinde “Yaşamı gözlemleyebilmem ve hem kendi hayatımın hem de başka hayatların absürtlüğünü söze dökebilmem ancak ‘yaşamın dışına bir adım çıkarak’ mümkün olabildi” diyor. Çetrefilli bir özgeçmiş ve içi ağzına kadar dolup taşmış bir şimdiyle yaşadığı coğrafyanın uzun tarihini müthiş bir ustalık ve kara mizahla anlatıyor. —Kitap ilk olarak İngilizcede basıldıktan sonra yirmiden fazla dile çevrildi. Tanınmış bir yayınevi Türkçe çeviri haklarını yaklaşık on yıl elinde tuttuğu halde kitabı bir türlü çevirip basmadı.
Ariel Şaron’un niye bu kitabın başlığına eklendiğini anlatmaya sanırım gerek yok. Söz konusu kaynana ise işin kara mizah kısmı daha çok. Yine de tarihin tozunu bu denli yutmuş bir kaynananın, işgale direnmek adına işgal sanki hiç yokmuş gibi günlük rutinlerine sıkı sıkıya bağlı yaşamasının mizahın ötesinde bir anlamı olmalı. Mesela bir reçel yapışı var, ağzınızı fena halde sulandırabilir. Sonra gidip bir köşede içli içli ağlamanız da mümkün. Onun gönülsüzce çıkıp geldiği Suad’ın evinde başlattığı tanksız tüfeksiz işgal ise ancak Suad’ın kaleminden okunursa bir anlam ifade edecektir. O yüzden lafı daha fazla uzatmıyorum bu konuda. Yine de Suad’ın şu cümlesi önemli: “Hayatımdaki kadınların bana ne kadar müthiş destek olduklarını (buna kaynanam da dâhil) ancak İsrail’in Ramallah’ı işgali sayesinde anladım.”
Asıl meseleye gelirsek: Bu yazıyı bir haftadır bombalanan Gazze’yi düşünerek yazıyorum. İsrail’in bu kez kaç Filistinlinin canına kıydığını, kıyacağını haber başlıkları durmadan geçiyor. Ben artık ne bu başlıklara ne de diğerlerine bakabiliyorum. Suad Ramallah’ta. Çok şükür ki hayatta! Bir iki gün önce konuştuğumuzda, “Yazamıyorum, okuyamıyorum. Bahçem de olmasa…” dedi. O, bu aralar bahçesine durmadan gül ağacı dikiyor, ben sabırla bir limon ağacının tohumundan çıkmasını bekliyorum. Yine de bir umuttan bahsetmek artık çok saçma ve gereksiz. Eyleme geçmeyen her söz daha da. Bu yazı da.
Uzun yıllar kendi doğduğum coğrafyanın katmerli acılarını “o senin, bu benim” demeden içimde oradan oraya dolaştırdıktan sonra artık taşıyamaz hale gelmişken beni şefkatle yamacına çağıran Suad’a “hadi kalk, şimdi sen gel yanıma” diyemediğim için, desem de gelemeyeceğini bildiğimden yazıyorum bu yazıyı. Ki artık bir pasaportu var Suad’ın; yıllarca uğraşıp didinip ve tabii ki kendi coğrafyasının çok uzağında, Filistin halkını yıllardır sömüren, ezen, katleden İsrail devletine maddi manevi her türlü desteği de veren bir ülkeden aldığı pasaport. Suad’ın köpeği Nura’ya, o daha patisini bile kıpırdatmadan İsrailli bir veteriner tarafından hemencecik verilen pasaportun hikâyesini de başka bir zaman anlatırım.
Gözünün ışığıyla kış bitiren Suad’ın bahçelerimize ektiği gül ağaçlarından Nuh’suz gemiler yapmak boynumuzun borcu, ne zamandır vaat edilen ama ölmeden gidilmeyen cennetler zalimlerin olsun. Ve umarım yaşanan zulmü ve kıyımı kalp boşluklarından sessiz sessiz izleyenlere de dönmemek şartıyla Mars’a gitmek nasip olur en kısa zamanda.