Dünya uzunca bir süredir baş döndürücü bir hız baskısı altında yaşıyor. Gerekse de gerekmese de her şey çok çabuk yapılmak, korkunç bir hızda dolaşmak zorundaydı. Küreselleşmenin, neoliberalizmin ve post modern akıl yürütmenin ortak çabasının ürünüydü ve teknolojik destek sayesinde tartışılmaz ve kaçınılmaz bir gerçek muamelesi görüyordu. Biraz yavaş olan veya olmaya yeltenen başarısızlığa, hatta yük olma suçlamasına katlanmak mecburiyetindeydi. Korona salgını vesilesiyle bu hız tutkusunun övülmediği, aksine bir tehdit olarak hissedildiği günlerin içinden geçiyoruz. Çin’in –çoğu insanın adını bile bilmediği- bir şehrinden çıkan bir virüs, bütün dünyaya olağanüstü bir hızda yayıldı. Şimdi tehlike büyüdüğü ve yakına geldiği için herkes, "neden bu kadar hızlı hareket ediliyor" hatta "niye hareket ediliyor" demeye başladı. Dünyanın koca bir köye dönüştüğü inancı, herkesin kendi sınırları içindeki derin yalnızlığını örtmeye yetmedi. Virüs gelmesin ama yardım gelsin çelişkisi çöktü birden. Elbette, eğer bu hastalığın bir çaresi bulunursa, yine dünyaya aynı hızda dağıtılacak. Trump her şeyi Amerika için istese de, belki bazıları öncelik kazanacak ama neticede eskiden olduğundan daha hızlı yayılacak. Dolayısıyla o zaman da belki küreselleşme ve hız konusuna yeniden bambaşka bir gözle bakılacak.
Yüksek travmalar, anlık olarak çok hızlı değişen veriler, sürekli yeniden değerlendirme gerektiren koşullar, artan belirsizlik, tutarlı ve aslında sağlıklı düşünmeyi zorlaştırıyor. Yakalanabilen geçici anlarda biraz aklı selim öne çıkar gibi olsa da, hemen yeni bir dalga gelip eldekini avuçtakini süpürüp götürüyor. Verilen –verilmek zorunda kalınan- anlık reaksiyonlar –bazen de şimdi zamanı değil denilerek bekletilenler- hukuki, politik, etik ve vicdanı sınırları fazlasıyla zorlayabiliyor. Örneğin daha bir hafta önce geceleri balkonlardan alkışlanan sağlık çalışanlarının, oturdukları apartmanlarda taciz edilmeye başlandığına dair haberler okuyoruz. Belki bir gün sonra çaresizce yardım istemek zorunda kalacağı insanları tehdit olarak görenleri duyuyoruz. "Herkes kendi olağanüstü halini uygulasın" talimatı bazı apartman yönetimleri tarafından değişik yorumlanıyor demek ki. Başkalarının da ihtiyacı olabileceğini düşünmeden marketleri talan etmek de öyle bir durumdu. Evde kalalım ama üretim de durmasın diyebilmek, yaygın bir rasyonellik haline gelebiliyor bazen. İnsanoğlu zorlandığında kötü akıllara daha yakın yürümeye başlıyor, ne yazık. Yaşanmakta olana ve yakın geleceğe ilişkin olasılıkları düşünmenin, değişen verilerle sürekli tazelemesi ihtiyacı duyuluyor. "Galiba şöyle bir yöne gidiliyor, bunun sonucu da şöyle olabilir" cümlesinin mürekkebi kurumadan, onların çoktan olduğu yeni bir aşamaya geçildiği anlaşılıyor.
Geçtiğimiz haftanın başında, Türkiye'nin korona stratejisinin olmadığını, "hazırlıklıyız, daha güçlüyüz, iyi durumdayız" şeklindeki iyimserlik takviyesinin artık pek işe yaramayacağını yazmaya çalışmıştım. Bu sıkışmanın daha agresif bir iletişim stratejisiyle telafi edilebilme olasılığına da dikkat çekmiştim. Hafta boyunca yaşananlar bunun bir ihtimalden çıkıp, çoktan geçilmiş bir eşik olduğunu ve saldırganlığın iletişim strateji sınırlarını aşacağını gösterdi. Yerel yönetimlerle yaşanan kampanya gerilimi, ulusa seslenişe sıkıştırılan muhalefete laf çarpma hevesi, suç duyurularına kadar dayandı. Yöneticilerden savcılara, RTÜK’ten İçişleri Bakanlığı’na kadar yayılan resmi çabaların yanına, medya ve sosyal-medya kampanyaları da eklendi. Cumhurbaşkanı’nın avukatlarının Fox TV'den Fatih Portokal hakkında suç duyurusunda bulunması, HaberTürk’teki bir ekonomi programının RTÜK cezası nedeniyle yayınına ara vermesi taze örnekler. Çarkların dönmesiyle ilgili hassasiyet başından beri salgının önlenmesi duyarlılığının önünde gitti. Şimdi tepkilerin en yükseği de, işin bu tarafından geliyor. "Çarkların dönmesi" önceliği, iktidarın lütuf ve kayırma döngüsünü bir itaat sopasına dönüştürürken, iktidarın krizi yönetme biçimini eleştirmek şöyle dursun, yeterince güçlü alkışlamamak bile ihanet sayılmaya başlandı.
Türkiye’nin korona krizinde diğer ülkelere göre daha iyi durumda olduğu iddiası –işin sağlık tarafında- iki veriye dayandırılıyor: Birincisi testlerdeki artışa paralel olarak vaka sayısının hâlâ doğrusal bir grafik izliyor olması. İkincisi de ölüm oranlarının dikkat çekici biçimde düşük olması, tedavi oranının da hiç fena görünmemesi. Türkiye’nin test uygulama pratiği ve önlemlerinin özellikleri, bu tabloyla uyumlu aslında. Uzunca süre test uygulaması, semptom vermeyen vakaları tespit yerine, başvuruları sonuca bağlamak için kullanıldı. Yayılmayı değil, ölüm oranlarını artıracak risk gruplarını izole etme tercihinin de sonuçta etkili olduğu açık. Galiba sonradan kullanılacak "başarı" kriterlerine göre bir program yürütüldü. Bilim Kurulu’nun dinlenen ve dinlenmeyen önerileri, öncelikle "sıkıntı yaratacak" veriler süzgecinden geçti. Bütün dünya için açıklanmış resmi veriler dikkate alındığı için, rakamların güvenilirliği tartışması –çok sayıda iddiaya rağmen- şimdilik dışarıda bırakılıyor. Ancak bu veriler ve diğer verilere yapılan muamele, herkesin eşit biçimde kullanmasına açık değil. Mesela "bir iki haftaya normalleşiriz, bayrama rahatlarız" demek serbest ama sorunlu bir veriye işaret etmek yasak. Hem salgına hem de onun ekonomik artçı etkilerini başka örneklerle kıyaslarken takdir, minnet, alkış ve övünme dışındaki seçenekler ise “memlekete ve millete düşmanlık."
Dünyanın çeşitli köşelerinde ve konunun hemen her başlığına göre, meşrebe ve koşullara bağlı olarak farklı tutumları, değişik aktörlerin gösterdikleri performansları ve yapılanların nasıl karşılıklar gördüğünü izliyoruz. Türkiye’deki iktidarın meseleye yaklaşımında bazı söylem değişiklikleri olmakla birlikte, bir süreklilik ve tutarlılık gösterdiği söylenebilir. Hem geçmişteki sorun yönetme formülleriyle benzerlikleri açısından hem de bu sorunla baş etme planının adımları itibarıyla. Mesela "kıskanılan ülke" teması yine kullanımda. İktidarın resmi sözcüleri ve destekçileri, Avrupa ülkeleri ve ABD’nin sergilediği başarısızlık tablolarına çok sık müracaat ediyor. "Seçilmiş diğer ülkelerle" kıyaslama teşvik ediliyor. Gerçekten de Türkiye, yöneticilerinin yapabileceklerini kestirmek bakımından pek çok ülkeden "daha iyi" durumda. Çünkü gerçekleri en kötümser olasılıkları işaret ederek ulu orta söyleyen –ancak yine de panik yaratamayan- liderlere karşılık, meseleye ilişkin sadece kendi bakışını pek saklama gereği duymadan gösteren transparan yöneticilere sahip. Önümüzdeki günler, bu bakış penceresinin görüntüsünü bozan herkes için daha zorlu olacak.