1.
Bir hevesle, çok güzel olduğunu
düşündüğüm bir çift ayakkabı aldım. Fiyatı biraz da tuzluydu ama
yine de paraya kıydım. Makul gerekçelerim vardı; kaliteli olsun,
rahat olsun, şık olsun ve üstüne üstlük uzun süre dayansın ki hemen
bir yenisini almak zorunda kalmayayım. Severek giymeye başladım ve
ne oldu dersiniz? Bu güzel ve pahalı ayakkabının tabanı iki üç ay
içinde eridi. Dikişleri patlamadı, rengi atmadı, buraya kadar tamam
ama taban, sanki bu ayakkabı yürümek için yapılmamış gibi, kademe
kademe eridi. Halbuki ben onları en az birkaç sene kullanmak
istiyordum.
Bunları sızlanmak için
yazmıyorum; öyle olsa tüketici hakem heyetine yazardım. Bu konu
hepimizin ortak derdi olduğu için yazıyorum. Ayakkabı, tişört,
pantalon, gömlek, telefon, televizyon, aklınıza ne gelirse, satın
aldığımız çoğu şey, kısa süre içinde dağılıyor, bozuluyor,
yırtılıyor, kırılıyor, kendini bırakıyor ve biz kendimizi elimizde
kalan ürüne esefle bakarken buluyoruz. Heves ve hayal kırıklığı
arasında sadece kısacık bir süre ve hafiflemiş bir cüzdan
duruyor.
Bu konu yeni değil, yıllardır
böyle ama alanı giderek genişliyor. İstisnalar kural olmaya
başlıyor. Satın aldığımız ürünlerdeki kalitesizlik 2000’li yılları
tanımlayan, tarif eden hikâyelerden biri. Yaşı genç olanlar, bu
yılların içine doğanlar şu an anlamıyorlar veya fark edemiyorlar
ama 1900’lü yıllardan da nasibini almış bizlerin rahatlıkla
yapabileceği bir kıyas bu… Ürünler giderek kalitesizleşiyor. Eh,
kendi hayatlarımız da kullandığımız ürünlerle beraber
kalitesizleşiyor.
2.
Herkes bu dertten muzdarip.
Memlekette, dünyada herkes. ABD merkezli internet haber sitesi
Vox’da izlediğim bir video, adlı adınca bu konuyu anlatıyor: Satın
aldığımız her şey neden bu kadar kötü?
Vox’un habercileri
araştırmalarını yapıp, ilgili kişilerle konuşup bir cevaba
ulaşmışlar, bu cevabı da güzel bir diyagramla sunmuşlar. Diyagram
bize, “bir üreticinin, üretim sırasında hesaba katması gereken üç
faktör vardır” diyor: Fonksiyon (ürün çalışıyor mu, işe yarıyor
mu); görünüm (ürün iyi ve güzel görünüyor mu) ve nihayet
üretilebilirlik (bu ürünü yapması kolay mı ve ürün ne kadara mal
oluyor). Hem üretici hem de tüketici açısından iyi bir ürün genel
olarak bu üç faktörün makul oranlarda bileşimiyle ortaya
çıkıyor.
2000’li yıllarda bu bileşim
değişti. Bunun çeşitli nedenleri var. Birinci neden, alışverişin
kolaylaşmasından dolayı üretim ölçeğinin değişmesi. Alışveriş,
AVM’lerin şehirlerde birbiri ardına açılmasıyla büyük ölçüde
hızlanmıştı ama kapasiteyi esas büyüten, internetin devreye girmesi
oldu. Bir tıkla yapılabilen alışverişler talebi patlattı. Maddi
imkânı olan hemen herkes daha çok ve daha sık alışveriş etmeye
başladı; bu da tüketim zihniyetinde kısa zaman içinde bir dönüşüm
yarattı. Tüketimi, eskiden düşündüğümüz şekliyle düşünmemeye
başladık.
Şöyle bakalım; bir ürün satın
aldığımızda temel olarak iki motivasyonumuz vardır. Birincisi,
ihtiyacımızı gidermek ve bir eksiğimizi kapatmak; ikincisi,
bozulana, kullanılamaz hale gelene kadar, o ürünle mesaimize devam
etmek. Bu ikincisi, özellikle beyaz eşyada ve mobilyada on yıllara
yayılan bir süreç. Ya da bir süreçti. Eskiden öyleydi. Sözgelimi
çok ciddi para verip bir telefon aldığınızda “bu, bundan sonra beni
götürür” diye almıyorsunuz artık. “Bir sonrakine kadar beni
götürür” diyorsunuz ve o bir sonrakiler arasındaki mesafe hep
kısalıyor. Çünkü üreticiler, paranız olsa da olmasa da sizin
ilginizi bir sonraki ürüne çekmek konusunda son derece
mahir.
Tabii yine de kimsede tüm o
telefonlar, bilgisayarlar ya da sweatshirt’leri, ihtiyaç olmasa da
alacak kadar fazla para yok. Bütçe yapmak lazım. Bir ihtimal, en
başta gereksiz bir ürünü satın almamak lazım. Ama yeni tüketim
zihniyetimiz o ihtimale pek yüz vermiyor ve her defasında “bir
ihtimal daha var” diyor. “Alalım ama çok para vermemeye çalışarak
alalım” diyor. Bu durum, üreticinin pratiğine de yansıyor.
Üreticiler enflasyona rağmen fiyatı olabildiğince sabit tutmayı
denerken, bazı giderlerden kısıyorlar. Daha ucuza üretmeye
çalışıyorlar. Ekmeğin gramajından indirip fiyatı sabit tutan
fırıncı esnafı gibi, birçok üretici ürününün kalitesini düşürüyor
ve bunu fonksiyon yitimi pahasına yapıyor. Fonksiyon-görünüm ve
üretilebilirlik bileşimindeki oranlar, fonksiyonun aleyhine
değişiyor. Sonuçta o beyaz eşya sizi yarı yolda bırakıyor, tişörtün
bir yıkamada rengi atıyor, sandalyenin ayağı kırılıyor, telefonun
pili bitiyor. Biz de gidiyoruz, yenisini alıyoruz.
Küresel ölçekteki değişimi
gözler önüne seren rakamlar var. BM Sürdürülebilir Moda
Girişimi’nin bildirdiğine göre, 2000-2014 yılları arasında, ortalama insan,
önceki 15 yıla oranla yüzde 60 daha fazla kıyafet alışverişi yaptı;
buna karşın satın aldığını elinde tutma süresi yine önceki döneme
göre yarıya indi. Korkunç bir fark… Giderek açılan bir
makas…
3.
Aldığımız ürünlerin elimizde
patlamasının, maliyetler dışında bir nedeni daha var. Bu da
ürünlerin giderek teknolojik bir hale gelmesi. Başta mutfak
aletleri birçok ürünün fonksiyonları karmakarışık; bozulmaya çok
açıklar ve bunların bozulması ürünü yavaşlatıyor, hızla eskitiyor,
daha da önemlisi, onu gözümüzden hızla düşürüyor. Ayrıca birçok
ürün çipli ve bu çiplerin bozulması tamiri bizim açımızdan, hatta
tamirciler açısından bile imkânsız kılıyor. Çipler de zaten çok
dayanıklı ürünler değil.
Üstelik bazen bazı ürünler tamir
edilse bile, maliyet açısından tamir edilmeye değmiyor. Sözgelimi
yedi yıl önce aldığımız televizyonu bu sene tamire götürdüğümüzde,
kendisi de eski kuşak olan televizyon tamircisi, yeni bir
televizyonun yarısı kadar fiyat söylemiş ve bir devamlılık
garantisi de verememişti. Buna karşın, anne-babamın seksenlerde
aldığı ilk renkli televizyonu bugün yeniden kursam, düğmesine
bastığım gibi çalışacağına eminim. Hemen her şey böyle. Eski
mikserler, buzdolapları, çamaşır makineleri… Birçok insan, anne
babasının, ninesinin dedesinin evinde belki kırk-elli yıldır
çalışan aletler görmüştür. Bugün bir rüya gibi geliyor;
birçoklarına belki anlamsız geliyor ama daha 20-25 yıl önce içinde
yaşadığımız dünya böyleydi. Daha masrafsız bir dünyaydı. Kaliteyi
daha uzun süre için satın aldığımız bir dünyaydı.
Bir yandan da daha kişisel bir
dünyaydı. Ben buna yetişmedim ama insanın bir terzisinin olması
belki eski moda görünebilir ama kalitelidir. Sürekli alışveriş
yaptığı manavın, kasabın, kırtasiyenin, tuhafiyecinin, hatta beyaz
eşyacının olması da öyle… Bunlar size daha az seçenek getirir ama
kalite de getirir. Hiç değilse kötü, bozuk, ayıplı ürün
kullanmazsınız; denk gelirseniz, sorumluluğu alacak kişi bellidir.
Artık böyle bir dünya yok. Bir daha da muhtemelen
olmayacak.
Peki ne var bu yeni dünyada?
Küçük birer servet ödeyerek aldığımız telefonların ikinci
senesinden itibaren yeni güncellemelerle yavaşlaması, eskimesi,
aptallaşması ve çaresizleşmesi var. Elimizdeki iki üç senelik
cihazı eski görüp yenisini almak var. Hepimizin başında bu dert
var.
4.
O halde ne yapmalı? Bu derdi
nasıl çözmeli? Kimseye akıl verecek halim yok; o yüzden bunu biraz
kendime seslenirmişim gibi yazdığımı varsayın.
Birincisi tamir… Daha önce uzun
uzun yazdığım için burada pek girmedim ama evvela ‘tamir hakkı’nı
savunmalı (Şurada anlatmıştım).
İkincisi, alışveriş sırasında
biraz daha düşünerek tercih yapmalı. Vox videosunun altındaki
yüzlerce yorumdan birine kulak verilebilir mesela: “Evde kullanılan
cihazların tamirinde çalışan biri olarak size şunu tavsiye ederim;
cihazınızın iki yıldan fazla yaşamasını istiyorsanız, ‘akıllı’
olmayan cihazlar satın alın. Buzdolabınızın üzerinde bir ekran
olmasına gerek yok mesela. Bu, fazla düğmesi ve ekranı olan her şey
için geçerli; ne kadar fazla düğme ve ekran varsa o cihazın bozulma
ihtimali o kadar artıyor demektir.”
Üçüncüsü en zoru; satın alma
obsesyonundan kurtulmalı. Hele bu devirde…
Bir de üreticiye düşen görev var
tabii… Bir dünya para ödettiği ayakkabıyı, tabanı iki üç ay
yürümekle erimeyecek şekilde üretmek sözgelimi. Hiç değilse
bu…