Şatolar, ameleler, sınırlar

Şato aldırmaya ikna edemedim kimseyi ve zaten devrime de ikna edemedim yeterli çoğunluğu. Mazoşist bir dönemde yaşıyorsak benim ne suçum var?

Metin Yeğin myegin@gazeteduvar.com.tr

Hayatım, sınırlar arasında geçiyor. Sadece lanet olası -çeviri diliyle fısıldayın bunu siz- devlet sınırları değil bu kastettiğim; uçlar arasında bir seyahat daha çok. Uç beyi olarak yaşıyorum.

Bu yazıyı yazarken mesela, sabah başlayacak amelelik için güvenlik ayakkabısı arıyorum. Cannes’da amelelik yaparken geçen yıldan kalan.

Bir yandan sandviç yapıyorum kendimize, yevmiyeyi kediye kaptırmayalım.

Cambridge’deyken sandviççide de çalışıyordum. “Cambridgeli Kont Sandviç”ten almıştı adını zaten sandviç. Kâğıt oynarken yemek yemeğe kalkmadığından ekmek arası bir şeyler yaptırıyordu her zaman Kont. “Doğduğu yerde yaptım bu işi,” diyordum, “Ekmeğin karnını keskin bir bıçakla ikiye ayırırken”.

.

Hâlbuki geçen yıl tam bu zamanlar; bir şato satın almak için Fransa’yı dolaşıyorduk. Çok güzel şatolar vardı. 48 odalı, yarısı 17'inci yüzyılda, öte yarısı 18'inci yüzyılda yapılmış.

Bir gölü vardı, başında 200 yüzyıllık iki çınar. Ne bileyim işte; üç beş tane de evi vardı bahçede 60 dönüm toprak içinde.

Gayet de sağlamdı şato, fiyatı ise Viranşehir’de 60 dönümlük sulak bir araziden daha ucuzdu.

Tabii ki paramız yoktu ama güzel komün olurdu şato. Günde iki saat çalış, gölde yüz ve sonra kitap oku çınar altında…

Ayakkabıları buldum bunu yazarken, üstümüze bir fuar duvarı çökerse ayaklarımı sapasağlam bulabilirsiniz.

Şato aldırmaya ikna edemedim kimseyi ve zaten devrime de ikna edemedim yeterli çoğunluğu. Mazoşist bir dönemde yaşıyorsak benim ne suçum var?

Seviyorum amelelik yapmayı; eğer forklift'i spor salonundaki küreğe benzetirseniz hem spor yapıyorsunuz hem de üstüne para alıyorsunuz gibi oluyor. Spor salonunda çok spor yaptığımdan değil, amelelik yaptığımdan biliyorum bunu. Çalışmayı esas alan Calvinist bir bakışla ibadet de denilebilir buna, nereden baktığınıza bağlı.

Eğer yazılımcı olsaydım cep telefonları için bir “Pollyanna Uygulaması” yazardım. Çok tutardı gibi geliyor bana.

Sonra Instagram'a bakıyorum; herkes mutlu ve eğleniyor, gereksiz buluyorum “Pollyanna Uygulamasını” ya da zaten “Tinder” yapmışlar.

Hakim Bey (Peter Lambert Wilson), Birinci Dünya Savaşı zamanlarında Romanya’da bir şatoda kurulmuş Nietzscheci bir komünden söz ediyordu.

Şatoların odalarını dolaşırken bunu kuruyorum kafamda: Bir tanesinin iki gölü var bahçesinde. Bahçe, 180 dönüm ve bir ormanı var bir tarafında, 150 dönümü filan orman herhâlde.

James Joyce Ulysses’de, “Madem dünyayı değiştiremiyoruz, konuyu değiştirelim,” diyordu. Bunun gibi, “Eh devrim yapamadık, mülkiyetin içini değiştirelim bari,” diye bakıyordum şatoya.

Daha çok iç mimarlık gibi bir şeydi bu. Standart aptallıkta iki oda bir salon evleri değiştiremeyince; iki koltuk, bir çekyat almak gibi bir şeydi, iç devrimcilik gibi.

.

Tek ülke de olmadı, belki tek şato…

İngiliz işçiler, İspanyol işçiler, Fransız ve Katalan işçiler birlikte çalışıyordu, ki sonra stant duvarlarını, bağlantı direklerini ve bir sürü şeyi -hepsini bilmez bir amele, nereden bilsin- TIR'lardan lift'lere duvarları yüklüyor fuar salonlarına taşıyorduk.

İlk duvarları kurduktan hemen sonra arkasında sigara içiyorduk.

Dünyanın bütün işçileri birleşiyordu, soldan dönüyordu sigara…

Tüm yazılarını göster