Herkese “evde kal” deniyor. Herkesin en son böyle topluca evde kalışı son nüfus sayımıydı ve ben onda bile dışarıdaydım, çalışıyordum. Herkes evde kalsa bile evde kalamayacağın bir iş yapıyorsun. Ne yapsam da bugün kapmasam diye düşünüyorsun.
25 yıllık haber kameramanlığı tecrübesinde ne savaşlar, depremler, doğal afetler var. Ulusal bir kanalın ana haber bülteni için “fırıncı nasıl ekmek yaparsa” o mesuliyetle çalışıyor bugün; en çok da korona virüs haberleri yapıyorlar. Mikrofonlar gerçek bir bela, kamera temizliği ayrı dert, taşıyıcı olmak büyük kaygı... Siyasi iklimin sermaye yapısına, tüm işleyişine yansıdığı günümüz anaakım medyasında, emekliliğe gün sayarak bütün bunları yaşamak da ayrı bir yük.
Kalabilen evinde ama bizim son dönemimiz haber için özellikle hastaneleri, eczaneleri, aile sağlığı merkezlerini gezmekle geçiyor. O yüzden ayrıca yorucu. Haberden şirkete dönme kısmı da başka bir psikolojik vakaya dönüştürdü hepimizi. Bizde CNNTürk'teki saçma uygulama gibi bir şey olmadı, muhabirleri dışarıda bir yere atmadılar yani. İlk günden itibaren de muhabir ve kameraman ekibine eldiven, maske, dezenfektan dağıtıldı açıkçası. Hocalarla söyleşilere de gidiyoruz, onlardan öğrendiğimize göre, dışarıdan aldığımızı içeri taşımamak için eldiven kullanmamayı tercih ettik. İşten döndükten sonra el yıkama abartı derecesine döndü tabii hepimizde. Yetmedi, kameraların üzerindeki malzemeleri söküp çıkarıp temizlemeye başladık. Hastanelere gidiyoruz, olur da taşır mıyız diye... Gün geçtikçe de titizlik daha da artmaya, iyice ileri bir boyuta gelmeye başladı. Jeller, kolonyalar, kolonyalı mendiller... Uzakta biri hapşırsa, hemen herkes kolonyalara...
Sokak röportajlarını azalttık. Bire bir görüşmelerde bir metre kuralına dikkat ediyoruz. Mikrofonlar tabii büyük mesele. İlk başta streç film tarzı bir malzemeyle kaplamayı düşündük, olmadı. Şöyle yapıyoruz şimdi, biriyle görüştükten sonra hiç dokunmadan dezenfektan sıkıyoruz mikrofonun üzerine. Sorun olmuyor. Teknik olarak ayarlarla da oynayıp konuştuğumuz kişilere daha uzak mesafede tutuyoruz zaten. Bazı mikrofon başlıklarını yıkıyoruz. Mikrofonların tutma yerleri durmadan siliniyor. Virüs ağızdan partikül yoluyla geçtiği için mecburuz.
Aramızda sağlık sorunu olanlar vardı, o iki kişiyi izne çıkarıp ekibi ikiye böldük, dönüşümlü çalışıyoruz şu anda. Muhabirler de aynı şekilde ikiye bölündü. Önce 14 gün kuluçka süresini esas alacaktık ama sonra baktık ki yedi gün bile bir kişi için çok yıpratıcı oluyor, birer hafta birer hafta çalışıyoruz şu anda.
Mesela üçüncü günden sonra metro, metrobüs gibi toplu taşıma araçlarında bir temizlik derdine düşüldü, her yer dezenfekte ediliyordu. Taksiler, havaalanları... Doğal olarak biz de çekiyoruz. Bir noktada korona virüsünden derken, bu dezenfektanların bize bir zararı olacak mı demeye başladık. İçindekinin ne olduğunu bilmiyorsunuz, olur olmaz herkes her yere onlardan sıkıyor, beyaz beyaz giyinmiş adamlar... Bunları görmek de insanın psikolojisini etkiliyor. Birden her şeyden çok bu dezenfekte etme hali canımı sıkmaya başladı benim garip şekilde. Bizim açımızdan çalışma koşullarını değiştiren bir şey de lokantaların, kafelerin kapanması oldu. Günün büyük bölümünü dışarıda geçirdiğimiz için dışarıda yemek yiyen insanlarız, kapanınca birden motivasyonumuz çökmeye başladı. Bu sefer insanlar gerilip birbirinden kıllanmaya, aman bir gerginlik çıkmasın diye konuşmama seviyesine gelmeye başladı. Haber merkezleri zaten gergin yerler malum.
Savaş görmüş, Pakistan depremini, 99 depremini yaşamış, Türkiye'nin, dünyanın bir sürü noktasında her tür doğal afeti kameraman olarak takip etmiş biriyim. Böylesi bir salgını hepimiz ilk kez yaşıyoruz bir kere. Mesela bazen yurt dışına çıkarken, ne bileyim Afganistan'a, Pakistan'a ya da bazı Afrika ülkelerine giderken Karaköy'de bu işin merkezi (Türkiye Hudut ve Sahiller Sağlık Genel Müdürlüğü) vardır, gider orada önlem olarak aşılanırdık, dikkat ederdik. Bu korona öyle bir şey değil. İşimiz genel olarak kalabalıkların içinde olmak, bunun risklerine dair tereddüdü içimizde hep yaşıyorduk, ama şu anda kendimizi tam nasıl koruyacağımızı da bilmiyoruz. Deprem olsa sonuçlarını görürsün. Savaş olsa füzenin nereden geleceğini bilirsin, patlaması, çatlaması bellidir. Bir şeye odaklanırsın. Burada odaklanacağın tek şey temizlik. En yakınındaki insandan, sevdiklerinden, annenden babandan da gelebilir. Bir yerden değil, gittiğin her yerden kapabilirsin. Bununla nasıl mücadele edeceğini bilemiyorsun çalışırken. Yoksa domuz gribinde, kuş gribinde hep aynı çalıştık. Şunu da söylemek lazım, biz girip çıkıyoruz, ama herkesin izlediği o saatlerce haber yayınını hazırlayan bir de reji ekibi var. Resim seçicisi, VTR'cisi, yönetmeni... Çok yan yana ve klimalı ortamlarda çalışmak zorunda onlar da. Sosyal mesafe almaları mümkün değil. Yayına konuk gelen hocaların çoğunun vakalardan geldiğini de hesaba katın.
Herkese “evde kal” deniyor. Herkesin en son böyle topluca evde kalışı son nüfus sayımıydı ve ben onda bile dışarıdaydım, çalışıyordum. Herkes evde kalsa bile evde kalamayacağın bir iş yapıyorsun. Ne yapsam da bugün kapmasam diye düşünüyorsun. Bir ailen, eşin, çocuğun var, haberde zaten yeterince tedirginken bir de eve, onlara dönüyorsun. Ne kadar dikkat edersen et, bilmediğin bir şeyi eve getirme korkusu çok büyük. Haberci refleksiyle çalışıyoruz, siz evde kalın, biz size haber yapalım. Yapalım ama ne kadar yapabileceğimiz belli değil. Bir yandan çok kötü ortamları gördüğümüz için haber merkezi her şeye rağmen soğukkanlıdır, ekibin tecrübesinden kaynaklanıyor bu. Kendimizi kollamak tedirgin edici sadece. Ekmek fırını gibi, akşam bir saat o bülteni yapmak zorundasın. Bu da geçecektir diye düşünmek zorundasın.
Ben işimi severek yaptım hep, hâlâ da severek yapıyorum. Ama bir yandan çalıştığım gruptan da dolayı, artık bir an önce emekli olayım diye aklımdan geçmiyor değil. Belki yine habercilik yaparım ama üç beş yıl kaldı, bir emekli olayım diye düşünüyorum hep. Son ruh halimden kaynaklanmıyor bu dediğim. Memleketin hali çok fazla yansıyor bizim yaptığımız işe, virüsten önce de vardı.
Konuştuğumuz gün 5698 vaka, 92 ölüm açıklanmıştı.
*Gezegeni saran bir virüsün birkaç ay içinde yarattığı bu öngörülemez olağanüstü halin, kapitalizmin hâlihazırdaki eşitsizliklerini görünür kıldığından, derinleştirdiğinden ve bundan sonra hiçbir şeyin aynı kalamayacağından konuşuyor çok insan. Kalamayacak mı gerçekten? Neden kalmasın ki? Varlığını, her veçhesiyle sömürgeciliğe, cinsiyetçi iş bölümüne ve tam da derin bir eşitsizliğe borçlu bu düzen kötücül bir virüs gibi ruhlarımızı ve bedenlerimizi sarmışken “iyileşmek” nasıl mümkün? Kadınlar, erkekler, işçiler, memurlar, işsizler, beyaz yakalılar, mavi yakalılar, “yaka” devri değişti diyenler, serbest çalışanlar, evde çalışanlar, hâlâ çalışanlar, zorla çalıştırılanlar, karantinadakiler, geleceği göremeyenler, gördüklerinden yorgun düşenler anlatıyor. Neden bu uzun yazı dizisine başladık? Çünkü birbirimizin sesini, derdini duymaya, diğerinin dermanında kendimizinkini aramaya ihtiyaç var.