Savaşa karşı olduğunu bildiren herkesin terörist ilan edildiği şu günlerde, ülke olarak çıldırmanın ileri safhalarına vardığımızı bir kez daha acı şekilde teyit etmekteyiz. Daha ne kadar delirebiliriz diye düşünmeden edemiyoruz. Tüm kavramlar alt üst olmuş durumda. OHAL’de buyrun bilimsel bir şekilde delirme pratiği yapalım:
En son Türk Tabipler Birliği’nin savaş karşıtı açıklaması üzerine, Akp’li Cumhurbaşkanı Erdoğan TTB’yi “terör sevici” ilan etti. Aynı şekilde TMMOB da aforoz edildi.
Terör sevici… Ne çirkin bir ifade. Çok affedersiniz ama “ölü sevici” gibi. Özellikle seçilmiş kelimeler. Aşağılamanın en ağır hali. Dev bir hakaret. Koskoca TTB, koskoca TMMOB. O çok sevdiğini iddia ettiği ülkenin doktorlarının, mimarlarının temsil kurumu bunlar. İnsan sırf kendine yakıştıramadığı için yine söylemez yahu, geçtik millete hitabı. Korkunç…
Bekir Bozdağ hiç geri kalır mı, bu korkunçluğun bir adım ötesine geçip TTB ve TMMOB’un adından Türk ifadesinin çıkarılması gerektiğini savunmuş. Yok ya?! Ne kadar çok savaş istersek o kadar vatanperveriz, o kadar mı Türk’üz yani? Size mi kaldı bizi Türklükten, Kürtlükten vatanseverlikten men etmek? Bizim verdiğimiz yetkiyle bizi yönetiyorsunuz –ya da yönetemiyorsunuz- diye her fırsatta bizi uyruğumuzdan mı edeceksiniz? Bu nasıl bir sınır tanımazlık?...
Bu şekilde savaş propagandası yaptıklarının, insanları savaşa ve şiddete yönelttiklerinin, dolayısıyla suç işlediklerinin farkındalar mı acaba bu muktedirler? İlla oturup altına bizzat imza attıkları uluslararası sözleşmeleri mi hatırlatmamız gerekiyor? Kaç gündür herkes her koldan hatırlatıyor, yine hatırlatalım:
Türkiye’nin 2000 yılında imzaladığı ve 2003 yılında AKP’nin ilk döneminde onayladığı 16 Aralık 1966 tarihli Kişisel ve Siyasi Haklara İlişkin Uluslararası Sözleşme’nin 20'nci maddesi “Savaş propagandası ve düşmanlığı savunma yasağı” getirir ve açıkça belirtir:
1- Her türlü savaş propagandası hukuk tarafından yasaklanır.
2- Ayrımcılığa, kin ve nefrete veya şiddete tahrik eden herhangi bir ulusal, ırksal veya dinsel düşmanlığın savunulması hukuk tarafından yasaklanır.
Yine, 1945 tarihli BM Şartı’nın 2'nci maddesinin 4'üncü fıkrası “Tüm üyeler, uluslararası ilişkilerinde gerek herhangi bir başka devletin toprak bütünlüğüne ya da siyasal bağımsızlığına karşı, gerek Birleşmiş Milletler'in amaçları ile bağdaşmayacak herhangi bir biçimde kuvvet kullanma tehdidine ya da kuvvet kullanılmasına başvurmaktan kaçınırlar.” şeklindedir ve kuvvet kullanma yasağı getirir.
Benzer şekilde, 03.11.1947 tarihli BM Genel Kurulu 110 (II) Sayılı “Yeni Savaş Propagandasına ve Kışkırtıcılarına Karşı Alınması Gereken Önlemler” başlıklı kararında “Hangi ülke olursa olsun, barışa, barışın ihlaline yönelik herhangi bir tehdidi yahut saldırganlık eylemini kışkırtmak yahut cesaretlendirmek üzere tasarımlanan ya da buna hizmet eden her türlü propagandayı kınamaktadır” (bent 1) demekle savaş kışkırtıcılığını, propagandasını kınama kararı almıştır.
Görüldüğü üzere; bu düzenlemelere göre asıl suçlu savaş karşıtı olduğu için patır patır gözaltına alıp tutuklanan insanlar değil, savaş karşıtı olmayı suç addederek savaş propagandası yapanlardır.
Bu olanlar değişik değil aslında, geçmişte aynı tarz yönetimlerin zamanında aynı tarz şeyler yine olmuş; örneğin, Menderes zamanında Kore Savaşı’na asker gönderilmesi üzerine, Behice Boran ve Adnan Cemgil başkanlığındaki Barışseverler Cemiyeti’nin bu duruma karşı çıkması üzerine cemiyet kapatılıyor ve bu insanlar hapse atılıyor.
Savaşlar her daim emperyalist güçlerin, “ne pahasına olursa olsun gücü elinde tutma” yöntemi olmuştur. Bu bilinen bir gerçek. Bununla birlikte, gücü zayıflayan ya da kendini tehdit altında hisseden iktidarların güç ve zaman kazanma yöntemi de olmuştur. Lenin, ‘Kapitalizmin En yüksek Aşaması: Emperyalizm’ kitabında, bir Fransız yazarın sözlerinden dem vurarak “Yalnızca işçi kitlelerini değil, orta tabakaları da etkileyen yaşam koşullarının daha da ağırlaşması sonucu, eski uygarlığın bütün ülkelerinde ‘sabırsızlık’, öfke ve nefret birikmekte ve bu durum kamu barışını tehdit etmektedir; yurt içinde bir patlamanın yaşanması istenmiyorsa, belirli sınıf kanallarından dışa vurulan bu enerjinin dizginlenmesi ve büyük işlerde kullanılmak üzere yurtdışına kaydırılması zorunludur” der. Prof. Dr. Filiz Zabcı ise, ‘Aşırı Sağ Popülizm: Kılık Değiştirmiş Faşizm mi?’ adlı makalesinde, bahsi geçen baskıyı dışa akıtmanın en iyi yolunun savaşlar olduğunu ifade ederek “Maliyeti büyük olan savaşları yönetmenin yolu ise, içerideki sıkışmanın nedenini ‘gerçek olmayan’, ‘icat edilmiş nedenler’ ile örtmektir; faşizmin de kullandığı gibi, ülkenin refahı, huzuru, güvenliği için tehlike oluşturan hatta apaçık bir tehdit olan ‘düşman figürler’ gibi” diyerek konuyu detaylandırır.
Tanıdık değil mi? Biliyorsunuz, bu ülkede insanlar kendini açlıktan yakmaya, meclis önünde çıplak gezmeye falan başladılar…
Eğer ortada bir bölünme tehlikesi var ise de, bizim önerimiz bunun öncelikle barışçıl yollarla çözülmesidir. Savaş karşıtlığımız bundan ibarettir. Yoksa kimse ülkesinin bölünmesini falan istemiyor yani, sakin olsun şampiyonlar. Hatta, asıl ülkenin bölünmesine yol açanların, savaş propagandası yapıp barış isteyenlere “terörist” yaftasını yapıştıranlar olduğu apaçık ortada. Sosyal medyada, ülkenin en önemli okur-yazarları, aydınları, sanatçıları her gün tonlarca iğrenç trol sürüsünün saldırısına uğruyor ve binlerce insan tarafından linç ediliyor. Neden? Barış istedikleri için. Son derece saçma.
Bununla birlikte, pozitivist yahut bilimsel politikada da zaten savaş yoktur, savunma vardır. Örneğin, Erdoğan’ın sorunlu addettiği pozitivizmin kurucusu August Comte’un bu felsefeyi oluşturması, uluslararası barışı güvenceye alma ve ekonomik anlaşmazlığı önleme ihtiyacından kaynaklanıyordu.
“Yaşamda en hakiki mürşit ilimdir” diyen ve her daim bilimi üstün tutmuş olan Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu Mustafa Kemal Atatürk de “Yurtta sulh, cihanda sulh!” diyordu. Yani, neymiş efendim “bilim”in yolu birmiş, barışı savunmakmış; “Savaş sevici”lerin aklından şüphe etmek gerekmiş...