Savaşan erkek korkmayıp ne yapsın?
Ayşen Beyazıt Melik'in yeni kitabı hakkında konuştuk. 'Hepsi Bu', Ayrıntı Yayınları imzası taşıyor.
DUVAR - Ayşen Bayazıt Melik ile Ayrıntı Yayınları’ndan çıkan Hepsi Bu isimli ilk romanını, edebiyat ve güncellik ilişkisini konuştuk. Kadının varlığı ve sosyal kimliği konusunu da içinde barındıran kitaptan bahseden Melik, konu “annelik” mefhumuna gelince, “Oğullarımız doğar doğmaz anne olarak her gün üç kere, kulağına; kadına, insana iyi davran diye fısıldamalıyız.” diyor.
Ayşen Bayazıt Melik kimdir, neler yapar?
Yirmi yıl mimarlık yaptım, birkaç yıl önce bıraktım, şimdi profesyonel olarak yapmıyorum. Bu arada oğlumuz da büyüdü. Okuyorum yazıyorum, sinemaya gidiyorum. Murat Gülsoy’un atölyesine gidiyorum. Dostlarımla buluşup bazen ağlaşıp, bazen gülüşüyoruz. Dünyada olan biteni anlamaya çalışıyoruz. Arada briç oynuyorum, yeteneksizim ama inatla seviyorum oynamayı nedense. İnsan bilmediğini sevmez lafı yalan yani.. Ailemle vakit geçiriyorum. Pratikte olmasa bile zihnen üstlerine titriyorum. Endişelerimi yatıştırmak için Chopin dinliyorum.
Kitabın biyografi kısmında, “Edebiyatın, insanların birbirini anlayıp sevebilmelerinin en iyi yolu olduğuna inanıyor.” diyerek tarif ediyorsunuz edebiyat uğraşınızı. Güne ve güncele dair, edebiyat bu vazifeyi uygulayabiliyor mu sizce?
Çok emin olamıyorum bundan. Az okunuyormuş ya ülkemizde… Keşke çok okunsa… Sadece umut ediyorum. Ben roman okuyamıyorum, gerçekleri okuyabiliyorum diyen çok insan var. Oysa romanlar, öyküler en gerçek bence. İnsanı edebiyattan daha iyi anlatan ne var ki? Ben bilmiyorum. Birden tüm insanlara aşık olacak değiliz elbette ama hiç işe yaramasa empatiye yarar diye düşünüyorum. Bu da barışı getirir. Getirir mi acaba? Hitler de roman okurdu derseniz susar kalırım. Patolojik durumlar hariç diyebilirim ancak.
Kitap her ne kadar otobiyografik bir anlatıma sahip olsa da fantastik olanı da bağrında taşıyor. Kırlangıç sırtında şehirler arası yolculuk yapıyor kahramanınız Deniz… Gerçek olanın, inandırıcı olması için fantazyaya ihtiyaç mı duyuyoruz sizce?
Hayır, Deniz gerçekliğin ağırlığını başka türlü taşıyamayınca, kendine bir yardımcı yapıyor. Gerçekleri hafifletmeye çalışmazsak yaşamak zor. O yüzden fantazyaya hep ihtiyaç var. Mesela Deniz ve Fatik uçarak yeryüzünden uzaklaşıyorlar, acılar yerde kalıyor bir yerde. Yeniden konana kadar dinlenme molası... Aslında komedi yazabilmeyi çok isterdim. Mizah çok güçlü bir sağaltıcı, yaşamsal ihtiyaç…
Kitapta sık sık Oğuz Atay’a, Ahmet Hamdi’ye, Faulkner’a atıf yaptığınız görülüyor. Hepsi Bu aynı zamanda usta yazarlara saygı duruşu anlamı da taşıyor diyebilir miyiz?
Benim yazmaya başlamamın önemli nedenlerinden biri bu aslında. Okuma da neticede bir tüketim, madem bu kadar tükettim, ben de üretmeye borçluyum gibi bir his. Ve evet onları anmadan geçemedim. Dostlarım benim onlar.
Kitapta; faşizm, savaş, kadın cinayetleri, Gezi Direnişi, Kürt Sorunu gibi meseleler de romanınızın bir parçası… Ancak bu kavramların ve toplumsal olayların ötesinde Kate Millett’ın “Kişisel olan politiktir” cümlesi, romanınıza dair daha kapsamlı bir tanımlama diye düşünüyoruz. Siz ne düşünürsünüz?
Bilmiyorum. Doğru sanırım. Böyle tanımlamalarda kafam çok iyi çalışmıyor benim. Ama bildiğim şu; Dünyada vicdanları rahatsız edecek çok şey oluyor. Her birimiz olan her şeyi aslında içimizde çok derin yaşıyoruz. Yaşamamak mümkün değil. Romanda Deniz, Galip Amca'nın, Ergun’un çektiği acıları anarken, kendi acılarında nasıl yer ettiklerini de anlatıyor aslında. Acı da sirayet eden bir şey, kişiden kişiye, nesilden nesile.
Kitabınızın ana tartışmalarından biri de “annelik” mefhumu… Özellikle “Cumartesi Anneleri”ne sık sık vurgu yaparak, “anne” olmaya dair varoluşsal kaygılarınızı ve iktidar ve kadın ilişkilerini sorguluyorsunuz. Sahi, “anne” kimliğinden kendini soyutlamadan “kadın” olarak kalmanın iktidarı rahatsız eden kısmı nedir? Güç odakları, ne istiyor kadınlardan?
Bizim memleketteki bir sözü söyleyeyim size, “evlat getir aklını yitir”. Şaka bir yana, annelik korkuyu katlayarak getiriyor insana. Tüm bu yavrular bu vahşi ormanda nasıl korunacaklar korkusu. Hep umutsuz şeyler söylediğimin farkındayım ama korkmayacağımız günler gelecek elbet. Kadın meselesi ile ilgili de çok akıllı değilim. Sevdiğim, akıllı olduğunu düşündüğüm iyi insanlara inanarak idare ediyorum. Öyle diyorlarsa vardır bir sebebi diyorum.
Ama benim kendi aklım, kadının değil, insanın işinin zor olduğunu söylüyor. Savaşa yollanan, performans beklentisi olan erkek korkmayıp ne yapsın. Belki en başta, doğurabilen bir yaratık olan kadından korkmakla başladı iş, bilmiyorum. Çare olarak şunu görüyorum; oğullarımız doğar doğmaz anne olarak her gün kulağına üç kere kadına, insana iyi davran diye fısıldamalıyız. Bir de güç odakları dediniz ya, onları hiç tanımıyorum, ama var olduklarına inanıyorum, bir elime geçirsem diyorum bir kaşık suda boğarım.
Kitapta; sanatı, “Tanrı’nın yaratıp terk ettiği zavallı insan ırkının, korkularını dindirmek için karanlıkta ıslık çalmasın”a benzetiyorsunuz. Bu bağlamıyla sanatın cesaret sahipleri tarafından sahiplenilmesi gerektiğini savunabiliriz. Sizce, günümüzde sanatçının ideolojik olarak alması gereken pozisyon nedir?
Kendim o kadar cesur olmadığım için sanatçıya dair öyle bir söylemim yok. Samimiyet önemli… Hepimizin daha cesur olabilmesini diliyorum tabi. Hep dilek, hep umut dediniz içinizden; haklısınız ben biraz böyleyim ama değişmeye çalışıyorum. Daha cesur olmaya gayret ediyorum.
Yeni bir çalışma var mı?
Evet. Tamamlamaya çalıştığım bir roman var.