Savaşın esirleri

Bir senarist, baba karakterine bebeği biberonla tehdit ettirirken nasıl oluyor da yönetmen, yapımcı, setteki kameraman yahut oyuncular “yahu bir dakika, biz ne yapıyoruz böyle!” diye itiraz etmiyor? Ya ekmeğini yitirmekten korktukları, ya bebeğe böylesi bir “şantajı” olağan karşıladıkları, yahut bu türden sahnelerin diziyi daha fazla izlettireceğini düşünüp “erken finalden”, dolayısıyla işsizlikten kurtulacaklarını zannettikleri, belki de artık yeni düzenin böyle olduğunu kabullendikleri için.

İrfan Aktan iaktan@gazeteduvar.com.tr

Senaryonun akışı şöyle: Anneyle bebek yataktadır. Dizinin “iyi karakteri” olduğu anlaşılan baba elinde biberonla kapıdan içeri girer ve “bu yatakta bir kişi eksik sanki” diyerek yanlarına oturur. Elindeki biberonu gülümseyerek bebeğe gösterir: “Bu oğluma.” Sonra bir anda yüzündeki şefkatli gülümseme yerini ciddi bir ifadeye bırakır: “Önce baba diyeceksin, yoksa seni aç bırakırım!” Ardından tekrar o “şefkat” dolu ifadeyle döndüğü annenin gülümsediği görülür. (“Yuvamdaki Düşman” dizisi, Show TV, 2. bölüm, 2. parça, 15. dakika http://www.showtv.com.tr/dizi/tum_bolumler/yuvamdaki-dusman-sezon-1-bolum-2-parca-2-izle/51168)

“Yuvamdaki Düşman”, son zamanlarda toplumu düşmanlaşmaya, savaşa, çatışmaya, öfkeye, kine, dehşete hazırlamak üzere tedavüle sokulmuş olan asker dizilerinden değil. Orta-üst sınıf bir aileyi “anlatan”, alt-orta sınıfa hitap eden, herkesin herkesi kapı arkasında dinlediği, haset, kin, şantaj, ihanet temalarından geçilmeyen, ufak bir zekâ kırıntısı taşımadığı gibi hayata dair umut vaadinin kırıntılarına da yer verilmeyen sıradan bir dizi.

Fakat bu sıradan “aile” dizisinde bile, sözüm ona “şefkat” gösterisinin olduğu ender sahnelerden birinde baba, bebeğini böyle tehdit ediyor işte: “Önce baba diyeceksin, yoksa seni aç bırakırım!”

BİR REPLİKTEN TOPLUMSAL ÇÜRÜMÜŞLÜĞE

Kindarlığın en sakil halini resmeden, anti-Kürtlüğü her akşam milyonların evine taşıyan “Mehmetçik dizilerini”, hatta savaşı “girdik”, “soktuk”, “parçaladık” sözleriyle manşete taşıyan medyayı şimdilik bir kenara bırakalım. Aile içi çatışmanın, kıskançlığın, hasedin, komplonun, riyakârlığın, sahte gülüşlerin etrafında örülmüş bu tür ucuz “beyaz” dizilerdeki bir replik, kısa bir diyalog, ufak bir sahne bile ülkedeki siyasal veya askeri düzenin zihniyetine, toplumsal anomaliye, ezen-ezilen veya iktidar-tebaa ilişkisine ve güçlünün beklentilerine dair önemli işaretler içerebiliyor.

O yüzden bu “sabun köpüğü” dizilerin kahir ekseriyeti belgesel niteliğinde. Otoriterleşme ve bunu sağlamanın aracı haline getirilen savaş ve çatışmanın yarattığı çürümüşlüğün “gündelik hayata” nasıl yansıdığının belgeseli.

Peki, bir senarist, baba karakterine bebeği biberonla tehdit ettirirken nasıl oluyor da yönetmen, yapımcı, setteki kameraman yahut oyuncular “yahu bir dakika, biz ne yapıyoruz böyle!” diye itiraz etmiyor? Ya ekmeğini yitirmekten korktukları, ya bebeğe böylesi bir “şantajı” olağan karşıladıkları, yahut bu türden sahnelerin diziyi daha fazla izlettireceğini düşünüp “erken finalden”, dolayısıyla işsizlikten kurtulacaklarını zannettikleri, belki de artık yeni düzenin böyle olduğunu kabullendikleri için.

Ortada tek derdi hayatta kalmak olan, kimseye saldırmayan, kimsenin ekmeğinde gözü olmayan masum bir bebek, etrafında ise biberonla şantaj yapan baba, ona gülümseyerek bakan anne, çekimi yöneten set ekibi, yönetmen, yapımcı, yayıncı ve nihayet o dizi ekrana geldiğinde de “dizi bitene kadar kimseden çıt çıkmayacak” diyerek hane halkını susturan, en ufak bir itirazı cezalandıran, “dizinin” kumandasını elinde tutan gerçek “babalar” var. Savaşın babaları. Babaların savaşı.

'SAVAŞ ARTIK FİLM, FİLM DE SAVAŞ OLMUŞTUR'

Diziler mi toplumu ve iktidarı yansıtıyor, toplum mu dizileri taklit ediyor, senaristler mi hegemonik iktidar kodlarına ve savaş “kültürüne” yaslanarak yeni bir aile ve toplumsal yapıyı resmediyor? Karşılıklı bir ilişki aslında.

John Keane, “Şiddetin Uzun Yüzyılı” kitabında bu “ilişkiyi” şöyle izah ediyor: “Şiddetin en yoğun hali olan savaş, artık sinematografik ve tele-görseldir; tıpkı mekanik bir biçimde üretilen bir imajın, görsel dünyada savaşı, önce çekim sırasında önüne çıkan her şeyi ve herkesi yiyip yutarak, sonra da her şeyi kitlesel heyecan verici nesneler şeklinde kusarak canlandırmasında olduğu gibi. Napalm bombasının yol açtığı felaketin birbirine perçinlenmiş görüntüleri, gazdan zehirlenmiş cesetler, kavrulup patlamış yanıklar, gürültüyle uçan jetler, patlamalar, çığlık çığlığa çocuklar, tecavüz ve yağmalama sahneleri, tüm bunlar birer birer üzerimize gelir. Savaş artık film, film de savaş olmuştur…”

Evet, savaş artık film, film de savaş olmuştur. Fakat televizyon veya internet yoluyla yatak odalarımıza giren “haki” diziler veya cepheden “haberler” kadar, “beyaz” diziler de “babaya” itaatin “aç kalmamanın” tek yolu olduğunu muştuluyor artık: “Önce baba diyeceksin.” “İtaat karın doyurur.” Yahut Auschwitz girişinde yazıldığı gibi “Çalışmak özgürleştirir.”

ŞİDDET GÖRÜNTÜSÜNÜN YARATTIĞI COŞKU

Hayvanlara, çocuklara, kadınlara, direnenlere yönelik ülke sathına yayılmış şiddetin ve giderek ülke dışına taşınan savaşın görüntüleri her geçen gün daha fazla “izleyiciyi” esir alıp yutuyor. Peki bu masumane bir esaret mi, hayır! Bu esaret, gösterilmiş bir cesaretin veya verilmiş bir mücadelenin bedeli değil. Kabullenilmiş, itiraz edilmeyen, hatta esirin cesuru esarete zorlamakla vazifelendirildiği bir vaziyetten söz ediyoruz.

Keane, Türkiye’deki mevcut savaş yanlılığını, esaretin arkaplanını anlamamıza yarayacak şu izahatı yapıyor: “İster fotografik, sinemasal, isterse tele-görsel olsun, işin gerçeği imaj, üreticilerinin ve tüketicilerinin kendi gerçekliklerine anlık güven duyuşlarını teşvik ederek onları baştan çıkarır. Böylelikle savaşın kirli gerçekliği, tüm referans noktalarını es geçen ve özne/nesne, özel/kamusal, iyi/kötü ve sanal/gerçek gibi tüm temel karşıtlıkları çökerten imajlarla dolu kara bir delikte yitip gider. Savaş artık sorgulanamaz hale gelir. Şiddet görüntülerinin aşkın bir anlamı kalmaz artık: Onlar sadece her gün yaşadığımız şiddet sahneleridir. Alıcılar bu tür görüntülerle ayartılır, ele geçirilir ve esir alınır; şiddet görüntüleri onları, ‘bir tür ilksel memnuniyetle, antropolojik bir eğlenceyle; hiçbir estetik, ahlâkî, toplumsal veya politik yargı sınırlaması olmaksızın duyulan kaba bir coşkuyla’ doldurur.”

Savaş ve şiddet görüntüleri karşısında ahlâkî veya politik yargı sınırlamalarının üstünden atlayarak coşkuya kapılıp “baba” (isterseniz bunu “savaş” diye de okuyabilirsiniz) diyenler şimdilik biberondaki mamayı hak ediyor. Ama yakın zamanda görecekler ki babanın talepleri kendisine itaat edince bitmiyor. Aksine, dizi ve esaret daha yeni başlıyor.

Tüm yazılarını göster