Savaşsız toplumlar hiç oldu mu?

Savaşı kategorik olarak reddetmeden, ahlaki olarak yargılamadan ve tarihin çöplüğüne nasıl atabileceğimizi tartışmadan önce, onun nedenlerini anlamaya çalışalım.

Abone ol

Doç. Dr. Çiler Çilingiroğlu

“Neden Savaş?” başlıklı mektuplarında Albert Einstein ve Sigmund Freud insanlığın en büyük sorunlarından birini, yani savaşın nasıl bitirilebileceğini, tartışırlar. Einstein’ın sorusuna uzunca bir kompozisyonla cevap veren Freud, kendi geliştirdiği psikoanaliz kuramından hareketle, şiddet ve agresyonun, tüm insanlardaki “yok etme dürtüsü”nün bir dışavurumu olduğunu, bu dürtünün apaçık biyolojik temelleri bulunduğunu, sözgelimi, insanın doğada ve toplumsal yaşamda hayatta kalmasında faydalı bir rol üstlendiğini söyler. Yok etme dürtüsünün içkinliğini peşinen kabul etmesine rağmen, Freud, mektubunda, 'Eros' yani sevgi ve seks dürtüsüne de en az nefret kadar değinir. Freud’a göre, şiddet dürtüsünün tamamen ve kendiliğinden ortadan kalkmasını beklemek yersiz olsa da, onu başka kanallara yönlendirmek ve insanların bir daha savaşmayacağı koşulları oluşturmak için çalışmak gereklidir. Bizim açımızdan en can alıcı sorusu ise mektubun sonunda gelir:

“İnsan davranışının bu kadar temel bir dürtüsü ve yönelimi olmasına rağmen, neden bizim gibi pasifistler hâlâ savaşa karşı bu kadar şiddetle isyan ediyoruz?”

Bu soruyla Freud, aslında, savaşın insanlık için bir 'zorunluluk' olmadığını, şu anda bize ütopik gelse de, tüm dünya yurttaşlarının bir gün pasifist olabileceği umudunu taşıdığını gösterir.

Peki, tarih bize barışın hüküm sürdüğü, savaşın imkan bulamadığı toplumlardan müjdeli haberler veriyor mu?

7 BİN YIL ÖNCEKİ KATLİAM

Arkeolojik verilere baktığımızda, şiddet hemen her toplumda karşımıza çıkıyor. Kimi zaman bu bireysel şiddet, kimi zaman ritüel şiddet, kimi zaman ise daha organize, toplu ve planlı şiddet, yani savaş. Gerek arkeolojik gerekse geleneksel toplumları inceleyen kültürel antropolojik çalışmalar vur-kaçlar, akınlar, çatışmalar ve muharebelerin tarih öncesi dönemlerden günümüze kadar gerek devletsiz gerekse devletli toplumlarda neredeyse kaçınılmaz olarak bulunduğunu gösteriyor.

Mesela, bundan 7 bin yıl önce, Almanya’nın güneyinde çiftçi bir topluluk katledilmişti. Talheim Katliamı olarak bilinen bu olay, Avrupa’da Neolitik Dönem’de yaşanmış katliamlardan sadece birisi. Arkeologlar burada ok uçları, taş baltalar ve sopalarla katledildikten sonra bir çukurun içine gelişigüzel atılmış otuz dört birey buldu. Toplu mezarın içindekilerden yedisi kadın, on altısı çocuktu ve toplamda yirmi bireyde kafatası travmaları saptandı. Arkeologlar, bu toplumun çevrede yaşayan başka bir grup tarafından toplu katliama kurban gittiğini belirttiler.

Yerleşik yaşam ve yiyecek üretimciliğinin başladığı Neolitik Dönem, insan toplumlarında bölgesel koruma güdülerinin arttığı ve besin depolama gibi pratikler sonucunda maddi bir birikim oluşturmaya başladığı dönem olarak lanse edilir. Eğer böyleyse, Neolitik öncesi toplumlarda veya geleneksel avcı-toplayıcılarda şiddet ve çatışma olgusunun olmamasını beklerdik. Ne var ki, arkeolojik kanıtlar bu genel söylemi doğrulamıyor.

Almanya, Belçika, Fransa ve Danimarka’daki Mezolitik Dönem (günümüzden önce 11 bin-8 bin arasında) kazıları avcı-toplayıcı gruplar arasında şiddet ve katliam izlerini gösterir. Örnek olarak, Almanya’nın Bavyera eyaletinde kazılan Ofnet Mağarası’nı verebiliriz. Mağarada yapılan kazılarda gövdesinden koparılmış ve üzerinde darbe izleri olan toplam otuz sekiz kafatası bulunmuştur. Hatta bazı kafatasları üzerindeki kesik izleri bu kişilerin derisinin yüzüldüğünü gösterir. Paleolitik Dönem’e ait insan kalıntılarında da –diğer dönemlerden daha sık veya daha az olmamak üzere- bireyler arası şiddet ve çatışmaya dair izler var.

SAVAŞI TARİHİN ÇÖPLÜĞÜNE ATMAK İÇİN...

Hatta tartışmayı biraz daha genişleterek, en yakın akrabalarımız olan şempanzelerdeki şiddet ve çatışma eğiliminden bahsedebiliriz. Doğal ortamlarında gözlemlenen şempanze kabileleri arasında düzenli aralıklarla ve bazen de somut bir nedene dayanmadan bile akınların ve vur-kaçların yapıldığı belgelendi. Dolayısıyla, insanların da bir üyesi olduğu primatlar arasında topluluklar arası şiddet hiç de azımsanmayacak bir sıklıkta karşımıza çıkıyor.

O halde savaşı kategorik olarak reddetmeden, ahlaki olarak yargılamadan ve tarihin çöplüğüne nasıl atabileceğimizi tartışmadan önce, onun nedenlerini anlamaya çalışalım.

Savaşın meşru nedenleri olamaz mı? Hayatta kalmak için, özgürlük ve bağımsızlık için veya özsavunma için şiddete başvurulamaz mı? Nazım Hikmet, Memleketimden İnsan Manzaraları’nda bir bozkır tarifi yapar. Bu tarifte şiddetin en arkaik, en yalın ve belki de en masum haline tanık oluruz:

“ne bir tekerlek izi, ne de o mutlu çağırışı insan eline uzanan bir yemişin,

hayvansız ve otsuz, sonsuz yalnızlığı hiçbir şey vermek istemeyişin.

Baktıkça bu küstah toprağa insan

kendi soyunun ilk kavga narasını duyuyordu yüreğinde,

bir kayanın altında kesmek onun yolunu

ve hep birlikte çığlıklarla üzerine saldırıp

bir mamutu yener gibi yenmek onu.”


Savaş; besin için, su için, işlenecek bir toprak parçası veya hayatı idame ettirmeye yarayan aletler için, yani sadece ve sadece hayatta kalmak için yapılan bir insan etkinliği olarak tarif edilirse, bunun çözümünü dünya kaynaklarının eşit ve adaletli paylaşımında bulabiliriz. Böylesi bir şiddet, meşru nedenlere dayalıdır. Tıpkı özgürlük ve bağımsızlık savaşları gibi. Ne var ki, arkeolojik kanıtlar dünya nüfusunun çok düşük olduğu ve kaynakların herkese bol bol yettiği coğrafyalarda bile şiddet ve çatışmanın izlerini bize göstererek, insan agresyonunun arkasında hayatta kalmanın ötesinde pek de masum olmayan nedenler olabileceğini gösteriyor.

Peki, bir kabile reisinin hırsı, zenginlik ve güç istenci, insanları domine etme arzusu, daha fazla güç, prestij elde ederek tatmin olma isteği savaşın nedeni olduğunda nasıl bir tutum alacağız? Bu yıkıcı isteklere sahip bir fail, ona boyun eğen bir halkla buluştuğunda, savaş, artık tarihin bir olmazsa olmazı ve neredeyse “doğal” ve zorunlu görünen bir etkinliği haline gelir. Mesela Tunç Çağı beylerinin altın, gümüş, bakır, kalay, güzel dokumalar, yarı değerli taşlar veya seçkin sınıfa hitap eden besinler peşinde ölesiye bir rekabet içinde birbirleriyle savaşmaları buna güzel bir örnektir. Çanakkale’de Troia’yı ziyaret ettiğinizde sur duvarlarına bir de bu gözle bakın ve Benjamin’in şu ünlü sözünü hatırlayın: “Aynı zamanda bir barbarlık belgesi olmayan hiçbir kültür belgesi yoktur.”

Bilin ki, bu yöneticiler savunmaya, silaha ve asker beslemeye harcadıkları zaman ve enerjiyle tüm dünyayı besleyecek besini üretip dağıtabilirlerdi!

Tüm bu kanıtlara bakarak, savaşın insan toplumları açısından bir kaçınılmazlık olduğu sonucuna varmak çok kolay gözüküyor. Ancak bu kolaycılığa kaçmadan, isterseniz, ilk olarak, Malezya’da yaşayan Semai toplumuyla tanışalım.

TARİHİNDE SAVAŞ OLMAYAN TOPLULUK

Yerleşik ve çiftçi olan Semai halkı genellikle nüfusu 100 kişiyi geçmeyen küçük köylerde yaşıyor. Toplumda toprak mülkiyeti yok ve besin paylaşmak kültürel bir norm. Cinsiyetler arası işbölümü var; ancak kadın ve erkek olarak net çizgilerle tanımlanmış bir toplumsal cinsiyet kavramı yok. Çocuklara fiziksel veya psikolojik şiddet uygulanmıyor. Çocuklara zorla eğitim verilmiyor, kendi istekleri ve ilgileri kadar büyüklerini izleyerek ve taklit ederek öğrenim görüyorlar. Yerleşik ahlaki normlar fiziksel şiddete kesinlikle izin vermiyor. Savaş, bu topluluğun tarihinde yok. Kendi aralarında çıkan küçük sorunları dedikodu, ayıplama veya dalga geçme gibi sosyal davranışlarla çözüyorlar. Daha büyük sorunlar için köy meclisinin bkaraa’ adındaki toplantılarına başvuruluyor. Bu toplantıda köyün büyüğü nihai karar alıcı olsa da, toplantı esasen, tüm tarafların dinlendiği bir barış ve uzlaşma etkinliği. Bu toplantıdan çıkabilecek en ağır ceza, kişinin toplumdan tecrit edilip uzaklaştırılması. Ancak Semai tarihinde bu kararı veren bir hakim henüz çıkmamış.

Sonuç olarak, evet, savaşlar var, tarihte hep oldu; ama savaşı lanetleyen imparatorlar veya onu Semailer gibi bir çözüm olarak görmeyen toplumlar da oldu! Roma İmparatoru Hadrianus’u anımsayalım. Pasifistliğiyle bilinen ve bu yüzden ordu tarafından sevilmeyen bu imparator, “barbar”larla savaşmak yerine, İngiltere’ye boydan boya bir duvar ördürdü. Dahası efendilerin kölelerini öldürmesini yasakladı, farklı cemaatlerin dini özgürlüğünü hoş gördü, çok sayıda hukuki ve ekonomik düzenlemeyle Roma’nın en barışçıl ve adil imparatoru olarak tarihe geçti.

O halde, bugün, bizim karar vermemiz gereken şey kimin mirasını tarihten çekip çıkaracağımızdır. Barış istencini tarihe mal edecek kolektif bir irade yaratmanın önkoşulu bu. Barışın faydaları insan yaşamının, toplum sağlığının, kültürel mirasın, ekolojinin korunmasından tutun da ticareti canlandırarak yoksulluğu bitirmeye kadar geniş bir kazanımlar yelpazesi olarak karşımızda duruyor.

Bu fırsat hiç kaçırılır mı?

BELKİ FİLLERİ BİLE YENERİZ!

Bu imkanı yaratmanın mümkün olduğunu göstermek için izninizle, Schelling’in“İnsan Özgürlüğünün Özü Üzerine” metnine başvurmak istiyorum. Schelling’e göre, insan, kendi özgürlüğünden kaçamayan irade sahibi bir varlıktır. İyilik ve kötülük bir potansiyel olarak her insanın içinde bulunur. İnsanın özgürlüğü, onun iyiyi ve kötüyü ayırt edebilme kapasitesinden kaynaklanır. “İnsan, bu yüzden ne iyiliğe ne de kötülüğe yazgılıdır”. Bu ilkeyi tarihe taşıdığımızda, insanlık tarihinin salt bir kötülükler alanı değil, aynı zamanda insanın yarattığı en yüce ve onurlu yaratımların da sahnesi olduğunu görürüz: Paleolitik mağaralardaki muazzam duvar resimleri, Neolitik Dönem’in rengârenk boncukları, Tunç Çağı'nın incelikle işlenmiş bir geyik heykeli, Demir Çağı’nın aslan başlı bir kalkanı veya Hadrianus’un Pantheon’u.

Çözüm; tarihin, ne iyiliğe ne de kötülüğe yazgılı olduğunu bilerek, rekabetçi Tunç Çağı beylerinin değil, barış içinde varsıllığı ve adaleti bulan Semailerin ve Hadrianus’un mirasını sahiplenmekten geçiyor. İşte o zaman değil mamutları, filleri bile yeneriz kim bilir?

 Doç. Dr. / Ege Üniversitesi, Edebiyat Fakültesi, Protohistorya ve Önasya Arkeolojisi