Vergès, öncelikle suç, yargılama ve adalet kavramlarına ilişkin bazı tespitlerini sıralıyor. Ona göre, devlet güçlüyken adalet gerçekten devlet meselesidir; ancak kriz içine düşerse, adalete hesap vermek zorunda kalır ve kudretli döneminde koyduğu kuralların, karşısına dikildiğini görür.
“Saltanat, masumca sürdürülemez...” Fransız Devrimi’nde, Saint-Just’e ait bir ifade.
Kralı, sıradan bir uyruk gibi yargılayabilir misiniz? Egemen halkın krala verebileceği tek ceza onun tahttan indirilmesi midir? XVI. Louis’yi yargılayabilmek için, ona uygulanabilecek geçerli bir yasa gerekiyordu, ancak böyle bir yasa yoktu. Peki bir kralı yargılayabilmek için ‘hukuki incelikler’ arasında kaybolmalı mı? Devrim meclisi ayrıntılar ile meşgulken kürsüye çıkan Saint-Just şöyle dedi: “Ben derim ki, kral düşman olarak yargılanmalıdır.” Ardından devam etti: “Bir kralı vatandaş olarak yargılamak! Bu sözcük gelecekteki soğukkanlı kuşakları hayrete düşürecektir. Yargılamak yasayı uygulamaktır. Yasa bir adalet ilişkisidir. İnsanlık ve krallar arasında ne gibi bir adalet ilişkisi olabilir ki? Yarın öbür gün bir yüce gönül, kralın davası yönetiminin işlediği suçlardan ötürü değil, kral olma suçundan ötürü görülmeli diyecektir... Saltanat masumca sürdürülemez...” Robespierre, aynı yönde müdahale etti: Kral sanık değildir... Louis kraldı ve bir Cumhuriyet kurulmuştur... Tiranı cezalandırma hakkı ile onu tahttan indirme hakkı aynıdır... Ve sonuç: ‘Louis ölmeli, zira vatan yaşamalıdır.’
Peki Kral ne yapacaktı bu suçlamalar karşısında? Kral Louis, sanık sandalyesinde, yasaya açık saygıyı talep ediyordu. Oysa iddianame, yasayı açıkça inkar ediyordu. Kral ‘uyum davası,’ oysa iddianame ‘kopuş davası’ talep ediyordu. Yani olması gerekenin tersi bir durum vardı.
Evet, Kral ‘uyum davası’ tercihi doğrultusunda yaptı savunmasını. Devrim meclisi karşısında. Meclisin kararı idam yönünde oldu. Louis, 21 Ocak 1793’te Concorde Meydanı’nda idam edildi.
Jacques Vergès davayı şöyle özetliyor:
“Söz konusu olan bir siyasi dava, tarihin en ciddi siyasi davalarından biriydi. Tanrısal iktidar kavramına karşı çıkılıyordu. Burada kopuş davalarına özgü niteliklerin tümü bulunmaktadır. Sanığın kişiliğinin unutulması, tümüyle siyasal müzakere, sert uzlaşmazlık. Ne var ki bu davada istisnai olan, inisiyatifin davacı tarafa ait olmasıdır: Bu ölüm balesinde ve hikmeti hükümette Louis’nin büyülenmiş yıldız dansörlüğü, kendisine rağmendir.”
Bu kitap yazısına biraz ortadan başlamış oldum. Hatırlatacağım eser, özellikle avukatlık düşünen öğrenciler için başucu kaynaklarından olmalı. Herkese ama özellikle genç hukukçulara öneririm. Jacques Vergès’in Savunma Saldırıyor adlı eseri. Metis/siyahbeyaz’dan, 2017 basımı (ilk baskı 1988) ve çevirmeni, Vivet Kanetti. Jacques Vergès (1925-2013) son derece özgün bir avukat. Baba, Katalan asıllı bir Fransız, anne Vietnamlı.
Tanıtım sayfasına bakalım: Vergès; Cezayir, Fas, İtalya ve Fransa’da direniş hareketlerine katılmış. 1945’te Fransız Komünist Partisi’ne giriş, 1955’te avukatlık macerasının başlangıcı. Cezayir Kurtuluş Savaşçıları’nın davalarına bakıyor. ‘Kopuş savunması’ kuramını bu tarihlerde uygulamaya başlıyor ve müvekkillerini ipten almayı başarıyor. Çin’e gidip Mao ile arkadaşlık kuruyor. İsrail’de El-Fetih ve FKÖ militanlarını savunuyor. 1979’dan sonra, eski Nazi Klaus Barbie’nin davasını üstleniyor. Nazi’nin davasını alışını şöyle gerekçelendiriyor Verges: Dünyaya, barbarlığın 1939’da başlayıp 1945’te bitmediğini, sömürgelerde yıllardır sürdüğünü göstermenin yolu! Verges’e göre, ‘her suç, topluma yöneltilmiş bir sorudur.’ Sizce de çok güzel bir tanım değil mi?
Yargılama sürecinin üç sac ayağı vardır malum. Suçlama, yargılama, savunma; savcı, hâkim ve avukat. Savcı iddia sahibidir. Hâkim, iddianın doğruluğunu, deliller ışığında inceleyen ve hüküm verendir. Avukat, yaşamsal değerdeki savunma hakkının kullanılmasına yardımcı olan, yol gösteren. Vergès, bu zincirin son halkasında. Eseri ise savunma tekniklerine, özellikle siyasi nitelikli savunmaya, söz konusu savunmanın başlıca iki türüne, ‘uyum savunması’ ile ‘kopuş savunması’ tekniklerine dair.
Vergès, öncelikle suç, yargılama ve adalet kavramlarına ilişkin bazı tespitlerini sıralıyor. Ona göre, devlet güçlüyken adalet gerçekten devlet meselesidir; ancak kriz içine düşerse, adalete hesap vermek zorunda kalır ve kudretli döneminde koyduğu kuralların, karşısına dikildiğini görür. Buna mukabil, adaletin yönetici sınıflar emrindeki işlevi hiç değişmez:
“Yasanın çiğnenmesiyle ortaya çıkan toplumsal çelişkileri o sınıfların lehine çözmek.” Doğru söze ne denir!
Bir ceza davasının üslubunu belirleyecek temel ayrım sanığın toplumsal düzen karşısındaki duruşudur. Sanık, düzeni kabul ederse dava mümkündür ve sanık ile hâkim arasında diyalog kurulabilir. Ancak sanık düzeni reddederse, hukuki mekanizma dağılır ve bu bir ‘kopuş’ davasıdır. Kuşkusuz gerek ‘kopuş’ gerekse ‘uyum’ davaları, çok farklı renk ve tonlara sahiptir ve ikisi de çoğu zaman mutlak değildir. Ancak şunu söylemek de çok yanlış olmaz: Adi suç davaları çoğu kez uyum, siyasi içerikli davalar çoğu kez kopuş şeklinde olsa da, bir kez daha yinelemek gerekirse, birinde diğerinin özelliklerini bulmak mümkün olabilir.
Kudüs’te, Eichman’ın davası başladığında (1961), herkes bir kopuş davası bekliyordu ancak bir uyum davası oldu. İsa’nın yargılanması. İsa Peygamber, başından sonuna bir uyum davasında yargılandığı ve savcı onu kurtarmak için büyük çaba harcadığı halde, ‘diğerlerinin’ davalarından farklı olmayan bu dava, İsa’nın ‘hedefe varmadaki kararlılığı’ sayesinde yüzyılları ‘kucakladı.’
Vergès’e göre İsa Peygamber, “Hasat beyazı bir dünyada din adamlarının, ölümüne karar verdiğini biliyordu. Kaçmak için kılını kıpırdatmadı. Davası, başından itibaren, bizzat tasarlayıp biçimlendirdiği bir çiledir. Diriliş’e dek her evresi, bir trajedi sahnesi gibi, ölümsüz sonu acımasızca hazırlar.” Vergès soruyor: “... Azapsız, çarmıhsız, bugün ne şanı aynı olurdu ne de ölümsüzlüğü...”
Vergès, kitabının ilk bölümünde ‘uyum davalarını,’ ikinci bölümde ‘kopuş davalarını’ ele alıyor, tarihsel örneklerle.
Hastasının ölümüne neden olduğu ve karşılığında fayda sağladığı iddia edilen doktor Adams’ın avukatı Sir Geoffrey Lawrence’ın, başarılı uyum savunması ile tüm iddiaları tek tek, sanıkları saf dışı bırakarak, delilleri çürüterek, doktoru özgürlüğüne kavuşturması. 1947’de Madagaskar’daki isyandan sorumlu tutulan Madagaskarlı milletvekillerinin uyum davasındaki beyhude diyalog çabaları ve mahkum oluşları. Vergès’in davaya ilişkin şu ifadesi dikkate değer: “Oyunun kurallarına uyarak verilen mücadele böylece, ayrıntılarda zafer, esasta yenilgiyle sonuçlanıyordu.” Milletvekilleri hukukun ve düzeni kabul ederek yapacakları makul savunmanın kendilerini kurtaracaklarını düşünmüşlerdi. Aynı, Cezayir’deki isyanla ilgili yargılanan General Challe’in başına gelenler gibi. Challe, darbenin başındaydı ve avukatı, Challe’in ‘hareket halindeki bir trene bindiğini’ söyleyecekti. Ancak General trenden indiğinde artık Cezayir Direktuvarı adına hareket eden bir başkumandandı! Verges’in ifadesiyle, General olayları inkâr etmez, ancak rolünün ve özgür seçiminin değerini küçültür. Ezcümle, ‘koşulların’ kurbanıdır! Burada Verges’in sözcüklerine başvurmalı:
“Uyum savunması, ister hakikat aşkıyla ister dosyanın dayatmasıyla suçluluğu üstlenmeye karar verdiğinde, suçun gerçekliğiyle ilgili tüm tartışma beyhudeleşir... Oidipus, Challe, Eichman, kaderine boyun eğmiş ekmek çalan yoksul, rakibini öldüren rezil olmuş koca, kendilerini aynı şekilde savunurlar: Ön plana çıkardıkları, kişiliklerinden de fazla koşullardır... Suçlu, kaderini sırtlayacağına, onun altında ezilir.”
Julien Sorel'in (Stendthal- Kırmızı ve Siyah) davası... Kafka... Uyum davalarına nefis örnekler veriyor yazar. Uyum davalarında suçluluk bir kez kabul edildiğinde artık dava, “...bir başarısızlığın romanı, bir yenilginin öyküsüdür; zira sanık, her şeye rağmen, mücadele ettiği kamu düzenini yetkisiz ilan edemez...”
Kitabın ikinci bölümünde, ‘kopuş davaları’ yer alıyor, yine bilinen örneklerle. Bir ceza avukatının, iş avukatından farklı olması gerektiğini savunan Vergès’e göre;
“Kopuş, davanın tüm yapısını altüst eder. Olgular ve eylemin koşulları ikinci plana düşer; ön planda aniden, toplumsal düzene karşı yöneltilen itiraz belirir.”
Tarihin bize olduğu gibi aktardığı ilk kopuş davası Soktares. Yazının başlangıcında söz edilen, ilginç XVI. Louis davası. Goering’in yüzüne komünist olma şerefini haykıran Dimitrov’un savunması... Söz konusu savunmalar, verilere, tanıklara ve iddianameye, ancak saldırmak ve yıkmak için başvurur; kendisini korumak için değil. Savunması, çoğu zaman itham etme biçimindedir. Bu bakımdan Dimitrov’un Nazi yönetimine yönelttiği itham edici sorular son derece etkileyici.
Vergès, kitabın son bölümünde siyasi dava tekniklerinden ve tabii biz Türkiye ahalisine de çok tanıdık gelen bazı olgulardan söz ediyor. Örneğin, ‘spor salonlarındaki’ yargılamalar! Bu bölümde üzerinde durulan örnekler, Nürnberg yargılamaları (1945-1948), SSCB’de Buharin davası, Tapınak Şövalyeleri davası, Jeanne D’Arc’a itibarının iade edildiği (15'inci yy. ortası) dava (ki bu dava, yazara göre modern karşı davaların müjdesidir!). Fidel Castro’nun 1953’te bir spor salonunda, bir süre sonra lideri olacağı devrimin ilklerini haber veren savunması. Rosenbergler. Ve tabii, Dreyfus davası... Dreyfus davasının seyrini tümüyle değiştiren, Emile Zola’nın cumhurbaşkanına kaleme aldığı o tarihi yazısı: Suçluyorum. Zola, Dreyfus’u suçlayanları adlarıyla ifşa eder ve rezil iddianame ilk kez ‘geriler.’
Yazı, Sokrates’in o meşhur kopuş savunmasının sözcükleriyle bitsin:
“Atinalılar, bu savunmayı sunuşum, sanılacağı gibi kendim için değil, sizin içindir... Üç oğlum var, Atinalılar. Ama durum böyle diye, birini ya da diğerini getirip beni aklamanız için yalvaracak değilim... Böyle bir şeyi kabul etmeyişim nedendir? Fedakarlıktan değil, Atinalılar, sizi küçümsediğim, ölüme karşı cesur olduğum ya da olmadığım için de değil, o bahs-i diğer; ama bana kalırsa, böyle bir şey, benim için, sizin için ve tüm site için ayıp olurdu, ondan.”
Uyum savunması ve kopuş savunması; Türkiye’nin şu günleri açısından da ilgi çekici tartışmalar, konular. Üzerinde kafa yormakta yarar var...