Baroların Ankara’ya yürüyüşü hem gerekçesiyle hem de biçimiyle herhangi bir meşruiyet tartışmasına konu edilemeyecek kadar haklı bir eylem. Daha önceleri de defalarca haksız, hukuksuz ve orantısız biçimde devlet şiddetine maruz bırakılmış onlarca eylem gibi. Bu yüzden anayasal ve evrensel bir hakkın kullanımını tartışma konusu yapmak veya ona haklılık kazandıracak ekstra argümanlar üretme gayreti, gereksiz ve özellikle sakınılması gereken bir tutum. Böyle bir hakkın kullanılmasına "ama" diye yaklaşan herkes de ağzının ortasına kürek yemekten fazlasını hak etmiyor. Buna karşılık, böylesi bir hakkın kullanılmasının keyfi biçimde engellenmesi, haklarını kullanan insanlara saldırılması, her seferinde bıkmadan usanmadan büyük bir hayret ve infial ile karşılanmalı. "Ne bekliyordunuz ki?" tuzağına asla düşülmemeli. Defalarca yapılmış olan haksızlıkları bir kadere dönüştüren ve çok etkili bir itiraz zannıyla desteklenen kanıksama, en büyük özgürlük ve hak düşmanı. Eğer otoritenin yapabilecekleri ve verebilecekleri sınırında bir dünya tasavvur edilirse, değil özgürlükleri genişletmek, olan hakları korumak bile imkansız.
Mesele herkesin malumu. İktidar, ele geçirdiği, kontrol edebildiği ve üzerinde vesayet kurabildiği alanı sürekli genişletmeye çalışıyor. Bütün kavramlar ve kurumlar bu kapsamlı kuşatmanın hedefinde. Bütün özgürlükler gibi, her türlü hak da tehdit ve tehlike altında. Barolardan başlayarak bütün meslek kuruluşlarına dönük “nizam verme” ihtiyacı, bu bütünün bir parçası. TBB Başkanı sayesinde sağlanabilmiş ittifaklı kontrol, hem sefilliği hem de güvenilir olmadığı için iktidarı tam tatmin etmiyor. Seçimlerle ve özgür iradeyle riske girebilecek iktidar etkinliği için, her türlü kuralı zorlayarak ve Bahçeli’nin söylediği gibi “şeytana külahını ters giydirecek” düzenlemeler icat edilerek, “sivil vesayeti” sağlamlaştırmanın yolları aranıyor. Yargının neredeyse bütünüyle, iktidarın icra organına (sopasına) dönüştürülmesi, savunmanın suç haline getirilmesi yeterli bulunmuyor. Şekli olarak bile hukuka uygunluğun bir kriter olmaktan çıkartılmasına müdahale iyice imkansızlaştırılırken, artık söz söyleme imkanına bile tahammül gösterilmiyor. Hele bunun örgütlü, kamusal güvence altında ve toplumla ilişkisi epey köklü bir meslek grubunun elinde olması daha da tehlikeli bulunuyor.
Barolarla iktidar arasındaki gerilimin bu noktaya gelmeden önceki yolculuğu da hukuki, siyasi ve ahlaki rezaletlerle örülü. Mesele, pek çok alanda olduğu gibi iktidarın hedef göstermesi ve en tepeden işareti verilen bir cezalandırma hamlesi olarak gündeme girdi. En azından vesilesi böyleydi. Diyanet İşleri Başkanı’nın ayrımcı çıkışına verilen hukukçu tepkisi sonrasında, bizzat Cumhurbaşkanı “nizam verme” talimatıyla süreci başlattı. TBB Başkanı’nın “böyle bir çalışma yok” yalanlamasının yalan olduğunun anlaşılması için çok kısa zaman yetti. Bundan sonrası inkar, kumpas, basit oyunlar, utandırıcı hilelerle yürüdü gitti. Baro Başkanları Ankara girişinde durdurulup tartaklandığında, Feyzioğlu "kandırdığı" bir grup başkanla Anıtkabir’den fotoğraf atıyordu. Geceyi yağmur altında geçiren avukatlara yemek verilmesini engellemek, tuvaletini kullandıkları işletmeye ceza kesmek gibi güzide performanslar sergilendi. TBB Başkanı, baro başkanlarının sırtına bakarak konuşmak zorunda kaldığı utanç görüntülerinin aktörü oldu. Neresinden bakılsa utanç verici, neresinden bakılsa ahmakça...
Bu tür olaylar söz konusu olduğunda, yaşananın kabul edilemezliği üzerine yeterince yüksek bir gürültü oluşmuyor. Ancak defalarca tekrarlanmış tespitler, sorular hemen yeniden dolaşıma giriyor: "Müdahale etmemiş olsalar bu kadar gündem olmazdı", "Bütün dünyaya rezil olmaya ne gerek vardı?", "Bunun iktidara nasıl bir faydası olur ki?" Sonra yorumlar geliyor: “Kraldan çok kralcı bir takım işgüzarlar iktidarı bile sıkıntıya sokuyor”, “Başka protestolar için yol olmasın diye her şeyi bastırmak istiyorlar." Erdoğan’a komplo kurulduğuna kadar ilerleyen değerlendirmeler gündeme geliyor. Sahiden tek tek benzer vakalara bakıldığında, gösterilen tepkinin yarattığı etki ile normal seyrinde tamamlanmış bir eylemin olası etkisi arasında kıyas kabul edilmez bir fark oluyor. Birkaç baro başkanının 200 metre yürütülmemesiyle sağlanan faydanın –ki sonunda yürüdüler- çıkan bu kadar gürültü ve rezalete değer olması anlaşılmaz gerçekten. Sadece ittifak ortağı haline gelmiş TBB Başkanı’nın düştüğü durum bile epey ağır bir bedel. Öyleyse her sefer tekrar sorulan soruyu soralım: Neden yapıyorlar bunu? (“Yapabiliyor oldukları için” cevabı dışında)
Bu sorunun cevabını tek tek olaylara, o olayların kısa hikayesine bakarak vermek yanıltıcı. Daha doğrusu buradan bakılarak verilecek cevaplar yeterince ikna edici olamıyor. Her biri akıl dışı ve lüzumsuz tutumların bir toplam olarak ele alınması ise bambaşka bir sonuç gösteriyor. Gezi’den başlayarak “bunu neden yaptılar, ne işlerine yaradı, aslında aleyhlerine olmadı mı?” sorularını doğuran vakaların yarattığı toplam sonuç başka bir tablo çiziyor. “Ne işlerine yaradığı” daha iyi anlaşılıyor. Bir zamanlar “ben de oradaydım” demenin itibar sağladığı dev bir eylemden, geçen sürede giderek artan bir mesafeyle bahsedilmesi böyle mümkün oluyor. Adalet Yürüyüşü'nden “sokağa çekilme” korkusuna doğru böyle ilerleniyor. Bu olayların “dünyaya rezil olmaktan” çok örnek olmaya yaradığı, benzer liderlere ilham verdiği de böyle görülüyor. “Bunu neden yapıyorlar hiç anlamıyorum?” kalıbına giren birçok örneği tespih gibi dizip bakınca, yapılanı anlamak biraz daha kolay oluyor. Çünkü her eylemin kendi hikayesi, sürecin bütünündeki yeri ve anlamıyla şekil değiştiriyor. Tarihi kazananların yazması gibi, tarihi yazma ayrıcalığını elinde tutanlar da hep kazanmış görünüyor.
Bugüne kadar yaşanan -aslında önemli bir kısmı da iktidar açısından fiili yenilgi anlamına gelebilecek- eylemlerin başarılı sonuçlarının pek hatırlanmıyor, çok konuşulmuyor olması, biraz da rezaletler yaratma pahasına yapılan ve “akıl dışı” görülen müdahalelerin ürünü. Gezi Parkı hâlâ yerinde duruyor ve Topçu Kışlası da yapılamadı ama bugün Gezi’nin iktidarın otoriterleşme ataklarına nasıl gerekçeler yarattığı veya “bastırma iradesi” daha çok konuşuluyor. Adalet Yürüyüşü de oluşturabildiği, kapısını açtığı zeminle değil, korunamamış ve harcanmış motivasyonuyla değerlendiriliyor. Yaşandığı anda yapanların aleyhine olacağı düşünülen oransız güç gösterileri, eylemi yapanların başarabildikleri/becerebildiklerini unutturacak tablolar olarak kafalara daha net kazınıyor. Direnebilenler, yürüyebilenler ve alabildikleri görünür veya potansiyel sonuçlardan çok, misliyle verilmiş ve hesabı sorulamamış karşılıklar hatırlanıyor. Bu açıdan “savunma yürüyüşünün”, bir meslek grubunun kararlı mücadelesinin örneği olarak değil de, akıl almaz rezaletlerle bunu durdurmaya çalışanların performansı olarak kayıtlara girmesine izin vermemek gerekir. Vazgeçmemenin ve savunmaya devam etmenin, kendi başına bir başarı olduğunu gölgeleyebilecek zalimlik ve fütursuzluğa “güçlülük nişanı” takılmamalı. Akıllarda, gösterilen kararlılık ve dayanışma daha çok yer tutmalı.