Sebep olma hazzı: Özgürlük duygusu
Giderek keder tutkusunun etkisi altına giriyoruz hissini yaşamıyor değilim. Çevremizi etkileme ve bir şeylerin sebebi olma hazzını duyamaz olduk.
Gencer Çakır
Bir şeyin meydana gelme sebebi olduğumuzu fark etmek bize var
olduğumuz, çevremizden ayrı, farklı bir varlık olduğumuz hissini
verir. Bu da bizi mutlu eder. Bundan haz duyarız.
Önümde duran kalemi ittiğimde kalemin hareket etmesi ve bunu
yinelediğimde aynı sonucun tekrar ortaya çıkması bende bir hazza
sebep olur. Alman psikolog Karl Groos buna “sebep olma hazzı”
der.
Elbette kalemi oynattığım için sevinecek değilim, çünkü bu çok
basit bir şey ve beni niye sevindirsin ki? Ama bebekler için aynı
şeyi söylemek pek mümkün değil. Onlar kollarıyla önlerinde duran
kalemi oynattıklarında ve peş peşe aynı hareket aynı sonucu
doğurduğunda mutluluktan uçuyorlar.
Demek ki bir şeyin sebebi olduğumuzu fark etmek bizde hem hazza hem
de var olduğumuz, etrafımızdan bağımsız bir birim olduğumuz hissine
neden olmakta. O halde “sevinç” ve “keder” hisleri üzerine buradan
şu yorumları yapabiliriz diye düşünüyorum: Bir şeyleri
değiştirememek, ya da ne kadar çabalarsak çabalayalım anlamlı bir
değişimin parçası ya da nedeni olduğumuz hissine sahip olamamak
kişide kedere neden olabilirken; tersine çabalarımız etrafımızda
anlamlı değişikliklere neden oluyorsa ve bizler de değişimin sebebi
olduğumuzu hissediyorsak bu da bizde sevince yol açar.
Spinoza’nın “sevinci” belki de burada yatıyor: Sahip olduğun gücün
ölçüsünde etrafında anlamlı değişikliklerin sebebi ol. Bu kişide
özgürlük duygusu yaratır. Etrafımdan bağımsız bir varlık olarak
etrafımı etkilemekteyim. Kalemi oynatan başkası değil “ben”im.
Demek ki bu etkiyi yaratabiliyorum, demek ki değişimin
sebebiyim.
Elbette birey ölçeğinde “anlamlı” değişiklikler yaratmanın da bir
sınırı var: Birey ancak gücü ölçüsünde çevresini etkileyebilir. Ve
yine gücü ölçüsünde çevresinden etkilenir. Kuşkusuz “çevre”nin gücü
“birey”in gücünden fazladır, bu sebeple karşılıklı etkileme ve
etkilenme dereceleri de farklı olacaktır.
Sevinç, der Spinoza, var olma kuvvetimizin arttığını, kederse var
olma kuvvetimizin azaldığını hissettiğimiz tutkudur. Giderek keder
tutkusunun etkisi altına giriyoruz hissini yaşamıyor değilim.
Çevremizi etkileme ve bir şeylerin sebebi olma hazzını duyamaz
olduk. Çünkü anlamlı etkiler yaratacak kolektif güce sahip değiliz.
Bu da var olma kuvvetimizi günbegün azaltıyor. Bizi takatsiz
bırakıyor. Ortak iyi için birlikte çaba göstermek ve hep birlikte
sebep olmanın hazzını yaşamak; belki de keder duygusunu ortadan
kaldıracak olan budur. Spinoza’nın sevinci bu açıdan devrimci bir
sevinç, çünkü bize gücümüz ölçüsünde etrafımıza etki etme ve onu
değiştirebilme alanı açıyor. Olanı kabul etme konusunda kaderci bir
vaaz değil. Etrafındaki değişimin sebebi olma duygusu, özgürlük
duygusu, kederi dağıtan bir sevinç; kaderci değil devrimci bir
çağrı bu.
Spinoza, bir bireyin özünü kuran cisimlerin birlikteliğidir, der.
Buradan hareketle şunu söylemek de mümkün: kolektif bir bedenin
özünü kuran bireylerin birlikteliğidir.
Kalemi hareket ettiren bebeğin, olup biten şeyin sebebi olma
konusunda yaşadığı hazza psikolog Groos “özgürlük duygusu” der.
Bebek kalemi hareket ettiremediğinde böyle bir haz ve böyle bir
duygu ortaya çıkmıyor.
Bizler toplumsal hayvanız, der David Graeber, tam da bu sebeple
sosyallik o kadar içimize işlemiş durumdadır ki, diğer insanlarla
ilişkimiz kesildiğinde fiziksel olarak çürümeye başlıyoruz.
Bizi toplumsala bağlayan bağlar zayıfladığı ölçüde intihar gibi
“bireysel” çözümler de kaçınılmaz oluyor. Bu konuda en çarpıcı
örnek sanırım Japonya. 2020 yılında çeşitli nedenlerle intihar
edenlerin sayısı 20 bin 919 olarak kayıtlara geçerken, aynı dönemde
Covid-19 nedeniyle ölenlerin sayısı ise 3 bin 460. Japonya’da artık
bir yalnızlık bakanı var!
Türkiye’de 2002-2019 yılları arasında geçim sıkıntısı nedeniyle 5
bin 806 kişinin intihar ettiği kayıtlara geçmiş. Bulgular çok
çarpıcı: “2016 yılında 20-24 yaş arası 355 kişi yaşamına son
verirken, bu sayı 2019 yılında 414’e çıktı. Sadece 2019 yılında 3
bin 406 kişi intihara bağlı olarak yaşamına son verdi. 3 bin 406
kişinin, yüzde 9,4’ü (321 kişi) geçim sıkıntısı nedeniyle intihar
etti. Ayrıca Müzik ve Sahne Sanatçıları Sendikası (Müzik-Sen)
verilerine göre ise getirilen konser yasakları ve kısıtlamalarla
birlikte yaklaşık 700 bin müzisyen işsiz kaldı, 100’ü aşkın
müzisyen ise intihar etti” (bkz. cumhuriyet.com.tr, 24 Şubat
2021).
***
Bu yazıyı nasıl bağlasam bilemedim. Spinoza’ya geri dönelim:
Toplumsalı kuran ve bizi toplumsala bağlayan ilmekler birer birer
kopunca ve birey kendini toplumsal bütünden kopmuş hissedince
çürümeye başlıyoruz. Keder duygusu o kadar baskın hale geliyor ki
var olma gücümüz azalıyor.
Bu duyguyu kırmak ve sevinci geri getirmek gerekiyor elbette; ama
bu da bireysel bir çaba değil, ancak ve ancak bireylerin birlikte
çabasını gerektiriyor.
Birlikte yaşamaya hiç olmadığı kadar alışmış olmamız ve Graeber’in
deyişiyle, sosyalliğin içimize işlemiş olması, tek başına bu gerçek
bile, var kalmak için ve var olma gücümüzü artırmak için kolektif
bir bütün olarak eylemenin kaçınılmazlığını anlatmaya yetiyor.
Toplumsal parçalanmışlığı, kopan ve sökülen dikişlerimizi tekrardan
örerek, hem de sımsıkı örerek başlamak… Belki de başlayacağımız yer
burasıdır.
***
Ve bitirmeden bir not: Bu yazıyı yazmama “sebep olan” müteveffa
David Graeber’i anmadan geçmek istemiyorum. Yazarın Türkçede henüz
yeni görücüye çıkan kitabı Tırışkadan İşler (çev. Burak Esen,
Everest Yay.) bu yazıyı yazmamda bana ilham oldu. Antropolog
Graeber bedenen artık aramızda olmasa da fikirleriyle bizlere ilham
olmaya, bazı yazıların ortaya çıkma “sebebi olmaya” devam
ediyor!