Şebnem İşigüzel: Biz toplum olarak olgun değiliz

Şebnem İşigüzel ile 'Memoria' romanını konuştuk. İşigüzel, "Yüzyıllık geçmişi bugünün kısacık bir şimdinin içine yerleştirdim" dedi.

Abone ol

DUVAR - Yazarlık hayatının otuzuncu yılını dolduran Şebnem İşigüzel’in geçtiğimiz aylarda 'Memoria' adlı bir romanı çıktı. Everest Yayınları etiketine sahip olan 'Memoria', bin sayfaya yakın hacmiyle de dikkat çekici.

Biz de bu vesileyle, bir dedeyle torunu üzerinden Türkiye’nin yüzyıllık serüvenini kurmaca bir dünyada yeniden yaratan İşügüzel’e sorularımızı yönettik.

'TARİHİ HİKAYE ETMEYİ HEP SEVDİM'

'Memoria' nasıl ortaya çıktı? Yazım sürecine dair bize neler anlatmak istersiniz?

Dününden çok bugünüyle ortaya çıktı aslında. Cumhuriyet'i temsilleştirebileceğimiz apartman vardı önce. Ardından o dehşetli sona bağlanacak geçmiş hikayesi belirdi. Yüzyıl önce Karılar Tekkesi’ndeki başlangıcı bulduğum anda rahatladım diyebilirim. Yüzyılın hikayesini yazmaktan büyük bir haz alacağımı biliyordum. Tarihi hikaye etmeyi hep sevdim. Bu defa işin içinde İstanbul da vardı. Yüzyılı yazmaya kafa yoruyordum ama bugünün kutuplaşması ve yaşantısı da benim için önemliydi. Ayrıca ikisinin dengesi neredeyse paralelliği ikililiği. Bugünü bulunca geçmiş arkamdan geldi. Uzun bir yolculuk olacağının farkındaydım.

Her şeyin giderek hızlandığı, giderek kısaldığı ve buna mukabil tüketimin çok yönlü bir biçimde arttığı günümüz yapay zeka çağında yaklaşık bin sayfalık tarihi bir roman yazmak nereden bakarsak bakalım saygıyı hak ediyor. Yazmaya başlarken bu hacimde bir eser yaratacağınızı bilerek mi masaya oturdunuz? Bahsettiğim toplumsal tüketim alışkanlıkları, sizce edebiyatımızı etkiliyor mu?

Evet evet. Aslında ilkin bin sayfalık bir yapı kurmayı, bin sayfalık bir roman yazmayı kafaya koymuştum. Bunun yeni zamana uygun olmasın istiyordum. Yani kronolojik bir yüz yıl anlatma kolaycılığına kaçmak istemiyordum. Bu yüzden neredeyse kafamda, kendi zihnimin dijital platformunda diyeyim, kendi dizimi çektim. Ben de herkes gibi sosyal medyayı, dizileri, yeni zamanın oyalayıcı alışkanlıklarını seviyorum, deli gibi takip ediyorum. Ancak masa başında olma disiplinim de var. Konsantrasyonum var. Bu, yazmak kadar sessizliği sevmekten, düşünmeyi sevmekten kaynaklanan bir şey. Toplumsal tüketim alışkanlıkları edebiyatı etkiliyor elbette. Yazar olarak neye maruz kalıyorsanız neyin içindeyseniz kertenkele gibi onun rengine bürünüyorsunuz. Topluluklara verdiğiniz şeyin biçimi değişiyor. Ancak köklü edebi alışkanlıklarınız varsa yeni dünyanın yeni tüketim alışkanlıkları size bu zamana uygun yeni edebi icatlar yapma imkanı tanıyor. Burada sorun Türkiye’de köklü edebi metin okuma alışkanlığının, yetkinliğinin zayıf olması. Edebiyat Shakespeare’den bu yana kılık değiştiriyor ama insana ait duygular aynı. Bu yüzden halen Shakespeare ve Antik Yunan uyarlamaları izliyoruz. Bu yüzden yazılım dünyasının en dibinde Aristo’yu buluyoruz. Düşünceye, fikre halen ihtiyaç var. Bunu söyleyeceğimiz, paylaşacağımız topluluğun alışkanlıkları değişse bile. Olumlu yönden baktığımızda tabii bilgiye erişimin hızlanması benim için harika bir şey.

Peki yazım öncesi yaptığınız araştırmalar hakkında bilgi verir misiniz?

Öncesinde dönemi iyi çalışmıştım. Yüzyıllık bir bellek romanı yazacağımı düşünmeden yapmıştım bunu diyeceğim ama muhtemelen yazarlık sezgisi, buradan bir şey çıkacağını biliyordum. Yazmaya başladığımda artık ince detayları öğrenmeye, bilmeye sıra geliyordu. Mesela, Münire Kadın, eğer anlattıkları doğruysa, Ankara’ya Mustafa Kemal Paşa ile görüşmeye gider. Bozkırın ortasındaki bu konağın kalorifer tesisatının markasını bilmeye kadar. Radyo yayınlarında o yıllarda ne olduğunu öğrenmeye kadar. Dolmabahçe’de geçen sahnelerde o yıllardaki saray menülerinde nelerin olduğunu, ne bileyim kadınların aksesuar olarak kullandığı şemsiyelerin özelliklerine kadar. Mesela şemsiyelerin bazısının sapında pudriyer, bazılarında kalem kağıt oluyor. Son Halife’nin otomobillerinin markası ve rengine kadar. Ana bilgilerin akışın dışında bu ince bilgileri öğrenmek, yaşantının inceliklerini öğrenmek zevkliydi. O dönem Boğaz kıyısındaki kahvehanelerde yenen, su üzerinde gezinti yapmayı seven Mustafa Kemal geliyor diye özellikle yapılan lalanga tatlısına kadar. Merak edip soranlara işim bu diyorum. Bilgiye erişimin hızlanmasını bu yüzden seviyorum işte. Ancak tabii bir o kadar da bilgi kirliliği ve yanıltıcı bilgi oluyor. Ama siz doğru kaynakların nerede olduğunu biliyorsanız işiniz kolay. Dünyanın bütün kütüphaneleri evinize açılıyor.

'KİTAP, ASLINDA 1400 SAYFA TUTUYORDU'

'Memoria' Cumhuriyet’ten günümüze, dededen toruna doğru akan çok karakterli, çok olaylı ve çok fazla duygunun iç içe geçtiği bir roman. Ancak kurgu son derece akıcı. Romanın kurgusuna dair bize neler söylemek istersiniz?

1000 sayfalık, hatta bu roman aslında 1400 sayfa tutuyordu, bu kadar iyi baskı ve sayfalamayla 1000 sayfanın içine sığıştı, 1000 sayfayı yazmak kadar okutabilmek önemliydi benim için. Tekrara düşmeden ve kahramanlarımın duygularından uzaklaşmadan merak duygusunu kalıcı tutarak çok kanlı canlı bir roman yazmak istiyordum. Kurguda aslında el yükselttim. Yüzyıllık geçmişi bugünün kısacık bir şimdinin içine yerleştirdim. Tek bir anlatıcım olduğu halde herkes onda ses buldu. Aslında genç kahramanım hepsinin, bütün seslerin enstrümanı oldu. Yani bir yanıyla düşünce hızıyla ilerleyen ve hatta savrulan bir roman yazmak istiyordum ancak bunu hiç kuşkusuz herkese tertemiz, kafa karıştırmayacak biçimde okutmak da istiyordum. Çok şey istiyordum! Bin sayfanın ortasına kadar soluksuz koşacağımın farkındaydım ancak kalan diğer yarı yerlerde sürünmeyi asla istemiyordum işte orada bence bu romanın kurgusunun alameti farikasını keşfettim. Muazzez anlattı, biz dinledik ama bunun herkesin hatırasına ses veren hatıraların gizemli mihmandarı diyebileceğim genç kahramanımın nezdinde yaptı. Bilinç akışı pek çok romanımda rahatlıkla yapabildiğim bir şeydi ancak burada hatırlamak ve başkalarının hatıralarına ses vermek ve o geçmişi tanık olmuşçasına anlatmak gibi bir şey vardı. Zihnin işleyişi üzerine çok düşündüm. Sanırım o derin düşünme anlarında bulabildim bu çözümü. Yani masamın başına geçmeden evvel sezgisel olarak başka türlü bir kurgu tutturacağımı bunu yaparken de kimsenin kafasını karıştırmayacağımı biliyordum.

Memoria, Şebnem İşigüzel, 936 syf., Everest Yayınları, 2024.

'HEM YARINI HEM GEÇMİŞİ VARDIR, BUGÜNÜ YOKTUR KİMSENİN'

Balkanlar’dan gelen dede, İtalya’dan gelen Sara, Amerika’dan gelen Mary, İsrail’e giden nine, askerde ölen koca, kaybolan abi, Filipinler’e giden Maria, ölen apartman sahibesi… Pek çok karakter romanda büyük adımlara sahipken dedenin günden güne Karılar Tekkesi’ndeki çilehaneye, torunun da giderek gasbedilen kapıcı dairesinin tek göz odasına sıkışması güzel bir tezat oluşturuyor. İki büyük anlatıcı da sıkıştıkları ölçüde anlatarak özgürleşiyor sanki, ne dersiniz?

Çok doğru. İkisi de mezarlarındaki ölüler gibiler. Bu arada ölüler ve ölüm, mezarlar ve mezarlıklar hakkında bu roman için öyle çok şey öğrenmem bilmem gerekti ki şu an bir tek ölmeyi tecrübe etmedim diyebilirim. Ölüler nasıl bizim hatıralarımızda bize bıraktıkları anıların sevinciyle ya da yaşanmamış şeylerin hüznüyle var olurlar ve bu yaşantının kendisinden güçlüdür, dede torununkisi de o hesap. Anlatmak onları hem özgürleştirdi hem yaşamadıklarını yaşamış kadar haz verdi, anlatmak ikinci hayatları oldu zaten, bir yerde roman kahramanım, "Geçmiş içimde ikinci bir kalp gibi atıyor çünkü. Durduramıyorum. Hem yarını hem geçmişi vardır, bugünü yoktur kimsenin," der. Anlatmadan nasıl yaşanır, bilemiyorlar. Herkesin hatırası herkesin geçmişi olup çıktılar bir bakıma. Bu roman için büyük bir zenginlikti.

'Karılar Tekkesi' sadece kendisine sığınanlara değil, civar semtteki insanlara da yardım eden bir tür şifahane işlevi görüyor. İnsanlar burada hem ruhen hem bedenen şifa buluyorlar. Kadınların tek başına sokağa bile doğru düzgün çıkamadıkları bir devirde Karılar Tekkesi’nin varlığı hakkındaki düşünceleriniz neler?

"Ben sahipsiz bir kadınım. Özgürlük olmasın bunun adı," diyorum romanın 'Kristal Günler' bölümünün başındaki epigrafta. Bir yanıyla bu tekkenin ruhunu ele veriyor. Yani orada her şeyi kaybettikten sonra kazanılan bir özgürlük var. Gizli saklı, toplum hayatından uzakta yaşanılan bir başına buyrukluk var. Kimsesizlikleri şansa dönüşmüş durumda. Orada bir arada kurtarılmış bölgede mutlular. Karılar Tekkesi’nde bir akşam yemeği sahnesi yazmıştım. Öyle severek yazmıştım ki o satırları. Sanki onların o anda yaşadığı mutluluğa erişmiştim. Tekkeyi uzaktan seyrettirdiğim bir iki yer vardı mesela. O yapının içindeki hayata dair derin bir huzur, aidiyet hissi vardı kahramanlarımda, dolayısıyla onlara hayat veren bende. Bu çok basit insani hislerden de anlaşılıyor aslında. Bambaşka bir yerde kadınların karşısına çıkan özgürlük vaadi.

“Bir kadının hayatı, erkeğinin hayatıdır. Bir kadının hayatı, erkeğinin ailesinin hayatıdır. Bir kadının hayatı, ailesinin hayatıdır. Bir kadının bir başına hayatı olamaz,” diyorsunuz bir yerde. Sanırım bu gerçek dün de böyleydi, günümüzde de böyle, ne dersiniz?

Ne yazık ki bu coğrafyanın değişmez gerçeği. Ancak benim romanımda bu gerçeği dillendirip asi olan, isyan eden kadınlar var. Bazen talihsizlik, kötü kader, baskı, gelenekler panzehiriniz olur. Öte yandan bunun romanda kim tarafından ve nerede nasıl dillendirildiği ilginç tabii. Bunu Muazzez, genç kahramanımıza ya da elinden kaçırmak istemediği köleciğine hitaben tutucu bir erkek topluluğunun önünde söyler. O baskıcı erkeklerin gözüne girmek onların gözünü boyamak için söyler. Oysa kendisinin kadın olmasına rağmen hayatta ne bedeller ödeyerek nasıl güç devşirdiğini biliyoruz. Bu haliyle bu küçük monoloğun gücü bence katmerleniyor. Bunun böyle olduğuna inanmak ve boyun eğmek başka, bir de bu söylevi aslında çoktan yıkmış bir kadının ağzından duymak başka. Tabii nihayetinde gerçek tek ve aynı. Pek çok kadın da bunun kurbanı.

'HER İNSANIN HAYATINDA MEMLEKET TARİHİ GÖMÜLÜDÜR'

“Her insanın hayatında memleket tarihi gömülüdür,” diyorsunuz bir başka yerde ve hemen devamında, “Devletler, çocuklarını büyüten anne babalar gibidirler. Saklarlar, yalan söylerler, yalanlarına inandırır ve asla özür dilemezler,” diyorsunuz. Bu cümleler 'Memoria'nın özü sanki. Karakterleriniz gibi bizler de doğduğumuz toprakların yası ve mutluluğu içinde orada oraya savruluyoruz. Bu hercümerç içinde kendimizi bulmamız, kendimiz olmamız mümkün mü sizce?

Çok zor tabii. Yüzleşme gerekiyor, kabullenme gerekiyor, tarihi doğru yerden öğrenmek ve olgun olmak gerekiyor. Biz toplum olarak olgun değiliz. Darbe oluyor, bunu kendimize yapılmış saymıyoruz mesela. Sağ ve sol çatıştı, darbe ondan oldu deyiveriyoruz. Bu da devlete itaati beraberinde getiriyor. Eve giren ekmeğin, memleketteki hukuk, insan hakları ve eşitlikle göbekten bağlı olduğunu unutuyoruz. 'Memoria'nın pek çok bölümünde kahramanlarım tarihi sürece yayılacak biçimde "Devlet nedir?" mevzuunu tartıştılar aslında. Üstelik bunu Cumhuriyetle birlikte monarşi kalsaydı ne olurdu, Kurtuluş Savaşı dünyadaki hangi isyanlara ve mücadelelere benziyor ya da benzemiyordu dahil. Yani neredeyse 'Memoria'nın kahramanlarının söylediklerinden ideal devlet kavramına ulaşabiliyoruz.

'YENİ VE ÇOK İLGİNÇ BİR ROMAN GELİYOR'

İlk göz ağrınız ve benim de ilk okuduğum kitabınız 'Hanene Ay Doğacak' 1993’te yayımlandı. Yaklaşık 30 yıldır yazan bir edebiyatçı olarak bizlere yazarlık hakkında neler söylemek istersiniz?

Evet, 20 yaşımdan beri bir yazar olarak yaşıyorum. Büyük sorumlulukmuş, şimdi anlıyorum. Durduğum yeri bilmeye çalıştım. Tutkuyla, adanmışlıkla yazdım. Bir anlamda ömrümü yazıya adadım. Memnunum. İşini severek yapan insanın memnuniyetinden farksız bu. İyi bir yazar olmak için iyi bir okur olmak gerekiyor bana kalırsa. Masa başında okumak, yazmakla geçen bir hayat benimkisi. Bence bilgi çok kıymetli bir şey. Parasını verip satın alamazsınız. Yıllar yıllar içinde onu edinirsiniz. Yazdıklarım birisine ulaşıyorsa ne mutlu bana. Çünkü ben bir kitabı sevdiğimde, kapıldığımda mutlu oluyorum. Yazarken yorulduğumda, masamın başında beni avutan tek hayalim, yazdığım satırları kıvrılıp bir köşecikte okuyacak olan okur olur hep.

Son zamanlarda neler yapıyorsunuz? Masanızda bizim için neler var?

Yeni ve çok ilginç bir roman geliyor sanırım. İlginç bir şey yapıyorum, yazıyorum, beni çok mutlu ediyor, fazla açık edemeyeceğim ama… Gılgamış Operası’nın librettosunu yazmıştım. Yeni bir libretto daha yazacağım 2026 yılı için. Önceliğim romanım olacak tabii.