Türkiye’de 1 Kasım 2015 seçimlerinden beri seçimlere ilişkin geliştirilmesi gereken temel politikanın seçimleri politize etmek olduğunu, Erdoğan’ın bütün seçimleri kendi bekası olarak gördüğü argümanını çok kez dile getirdim. İstisnai bir dönemde, istisnai biçimde organize edilen seçimlerin, seçime girecek muhalefet partilerince de istisnai kılınmadan, demokratik bir araç olmaktan ziyade diktatörlük kurumunun onay mekanizmasına dönüştürüleceği iddiasındayım. Bu nedenle ve ekleyeceğim yeni bir şey olmadığı için de 31 Mart yerel seçimleri üzerine yeni bir yazı yazmayı düşünmüyordum, zira yeni bir fikrim yok.
Fakat siyasal iktidarın seçim kampanyasını ya da bekasına ilişkin kampanyasını taşıdığı yer, belki seçim üzerine değil ama siyasal vaziyetimiz üzerine yeni bir şeyler söylemeyi gerektiriyor. Türkiye’de egemenlik kullanan tüm erkler seçim sürecinde beka-terör-savaş ekseninde ülkeyi büyük bir kargaşaya hazırlıyorlar. İktidar yitirdiği demokratik meşruiyeti gördükçe şiddete sürükleniyor, yeni rejim bütün unsurlarıyla sarsılıyor, sarsıldıkça saldırganlaşıyor. 2013’te başlayan çöküş, 2015’ten beri zorun egemen kılınmasına dönüşmüştü, bugün sıradüzenli bir saldırıyı yaşıyoruz. Kendisinin dışında kalan herkese...
BAŞKAN VE AYGITLARI
Cumhurbaşkanı Erdoğan, Yeni Zelanda saldırısının görüntülerini izlettiği mitingde ana muhalefet partisi genel başkanını “Bir tek Kılıçdaroğlu ve Yeni Zelanda'daki sapkın bir siyasetçi, bu saldırının sorumluluğunu İslam'a ve Müslümanlara yüklemeye kalkıyor.” diyerek hedef gösteriyor. Ardından AKİT TV siyasal iktidarın bir aparatı olarak Kılıçdaroğlu’nun kamuoyunun gözünde idam edilmesi gereken biri olduğunu açıklıyor. Sonrasında da Erdoğan “Bir yanlış yaptık, idamı kaldırdık. Eğer parlamento karar verirse ben onaylarım” açıklamasında bulunuyor. Yeni rejimin üstün erki bunu yaparken o erkin memuru olan, hiçbir demokratik meşruiyeti bulunmayan atanmış içişleri bakanı (bu kişi seçimlerin yürütücü organlarından biridir ve yeni rejim inşasının öncesinde seçim sürecinde tarafsızlaştırılması gereken bir bakanlığı işgal etmektedir) seçim propagandası yaparken (ki kendisi asıl olarak üst düzey bir memurdur, seçim propagandasında bile yeri olmamalıdır) Saadet Partili bir kişinin itirazının ardından o kişiyi karakola gönderebiliyor.
Rejimin aile figürü damat ise THY’nin battığını sosyal medyada paylaşan bir kişiyi emniyet ile siber güvenlik savcılarıyla irtibata geçerek “tek kişilik bir hücre evinde dijitallerle” Adana ya da Mersin’de yakalattığını söylüyor. Hakimler ve Savcılar Kurulu’nun yeni açıkladığı etik ilkeleri okuyan savcılar da hemen harekete geçerek insan haklarına dayalı devlet ilkesini uygulayarak seçim öncesinde Mansur Yavaş’a soruşturma açıyorlar. Soruşturmanın içeriği hemen yayılıveriyor. Rejimin ana erki HDP vekillerinin protesto gösterilerini bile terörize eder, etik ilkelerini okuyan savcı ve hakimleri bunun için mobilize ederken pasif erki parlamento da HDP üyesi vekillerin kurul ve komisyonların yurt dışı gezilerine davet edilmediğini, hiçbir prosedürün HDP için geçerli olmadığını biliyoruz.
Peki rejimin yeniden organize edilmiş erkleri neyliyor? Siyasal iktidarın kullandıkça anlamsızlaşan aparatı amiral medya, açıkça yalan haberlerle haber içeriğinde olmayan başlıklar yazıyor. Ana muhalefetin İstanbul adayını yalan ve manipülasyon ile kötülemek için bütün çiğliği ile gözünden ter ve nefret akar halde program sunuyor. Peki erkin bir diğer ayağı Sedat Peker… O da boş durmuyor, Yeni Zelanda’da Müslümanlara karşı girişilen katliama karşı silahlanma çağrısı yapıyor.
ŞİDDET VE ZORUN KARŞISINDA SİYASET
Evet rejimin bütün aygıtları siyasal erkin hiyerarşisi içinde sıraya girmiş sağ baştan sayarak neredeyse bir savaşa hazırlanıyorlar. Peki neden? Bir yerel seçimden bahsediyoruz. Son tahlilde siyasal iktidar değişmeyecek. Son tahlilde seçimin demokratik bir prosedür değil, onay prosedürüne dönüşmüş durumu sürüyor.
31 Mart seçimlerinin sonucunun anketler ya da sosyolojik araştırmanın diğer yöntemleriyle öngörülebileceğine ilişkin bir inancım yok ama bugün siyasal iktidarın sürüklendiği yer, demokratik meşruiyetin tamamen yitirildiğini, eski yöntemlerle maniple edilmesinin imkanlarının da olmadığını gösteriyor. Yönetilemeyen bir ülkede, yaratamadıkları kurumlar içinde debeleniyor, saf şiddete dönüşmüş bir güç politikasına sarılıyorlar. Bütün organ ve unsurlarıyla.
İktisadın verisi basit bir sonuç sağlıyor: Para bitti. Servetin aktarıldığı partizan-tüccarlar da yeni değer üretme kapasitesini sağlayacak araçlar yaratmak yerine başka inşaat ihaleleri kovaladılar. Emekçi sınıflar baskı altında ve patlama noktasında. Sosyolojinin verisi de basit: Toplumun dinamizmi dinci-tekçi inşayı hazmedemiyor. Toplumsal barış bozulmuş durumda; partizanlık, işsizlik ve nepotizm hattında gençlik geleceksizleştirilmiş durumda. İşte siyasal iktidarın beka sorununu oluşturan bu. Bütün demokratik siyasal kanalların tıkanmasının da, saf zor siyasetinin nedeni de.
Tıkalı olan demokratik kanalları açmak, seçimleri politize etmek bu nedenle önemli. Barışçıl, demokratik, eşit ve özgür bir cumhuriyetin kurumlarını yaratacak ekonomik ve demokratik bir program etrafında örgütlenmiş siyasal bir hareket oluşturma, bunu 31 Mart’ın ötesinde, hemen düşünme ve yarının geleceği olacak kurumsal güvenceleri kendi içinden başlayarak inşa etme artık muhalefetin öncelikli görevi olmalı.