Baba’nın Çankaya’daki tahtı, onun çiftlik arazisi üzerine sarayını ve karargahını kurmuş olan ‘büyük birader’ tarafından yerle bir ediliyor ve yüz yıldır çocuklardan esirgenen zevkler keyifle ortaya saçılıyor. Bastırılan hiçbir zaman olduğu gibi korunarak değil, baskılama süreçlerinin sürekli derinleştirdiği patolojinin semptomları olarak geri döndüğü için yüzyıllık mazlumluk, güç el değiştirdiği anda ikinci yüz yılın zalimlerini çoktan üretmiş bulunuyor.
Profesör Ersin Kalaycıoğlu, Türkiye’deki siyasi süreçleri ve
özellikle seçmen davranışlarını Leon Festinger’in ‘bilişsel
uyumsuzluk’ teziyle açıklıyor. Özellikle ekonomik koşulları
algılamada görülen kutuplaşma ve zıtlıklar, medya ve Diyanet gibi
ideolojik aygıtların oluşturduğu inanç ve algı matriksinin eseri.
Böylelikle bütün ekonomik ve toplumsal olguların zihne ulaşmadan
önce filtrelendiği kültürel kimliklere dayalı bir inanç ve algı
gözlüğü oluşuyor. Bu matriks içinde üretilen inançlarla uyuşmayan
veri, bilgi ve haberler önce görmezden geliniyor, dikkate
alınmıyor, değersizleştiriliyor. Bunların doğru olmadığı ya da
hiçbir şekilde mevcut olmadığı düşünülüyor. Ama bu veriler ısrarla
ulaşmaya devam ediyorsa bu kez bunları inanç sistemini bozmayacak
şekilde ele alarak yorumlamanın yolları aranıyor. O kişinin gözünde
“ekonomik kötüleşme esas itibariyle hükümetin almış olduğu kararlar
sonucu değil bir komplonun özellikle o kimlik grubuna yönelik bir
komplonun ortaya çıkarmış olduğu bir sorun. İktidarda bulunanlar
Diyanet, camiler ve medya üzerinden sürekli bunu anlatıyorlar.”
Örneğin, toplumsal yapı aslında herhangi bir sorun üretmiyor ama
Amerikalıların, Avrupa Birliği’nin, teröristlerin ya da CHP’nin
komplolarıyla bu sorunlar yaratılıyor. Bilişsel uyumsuzluk bir
psikolojik savunma mekanizması olarak da iş görüyor. Olgulara göre
algıyı ve inançları sorgulama ve değiştirme yoluyla dünyadaki
gerçekliğe uyumlu hale getirmek yerine gerçeklik algı filtresinde
tahrifata uğratılarak inançlara uygun hale sokuluyor. İnançlar
sağlam kalacak ve dünyayı gerekirse mantığa sığmayan şekillerde
açıklayacaksınız. Ekonomik yoksulluk feci boyutlara da varsa,
enflasyon çok yükselse de, Türk lirasının değeri düşse de iktidarı
destekleyen kitle değişmiyor. Çünkü inançları doğrultusunda bu
olanların kendi kimliklerine saldırı olarak özetlenebilecek
bir izahı var.
Kalaycıoğlu’nun analizi, son
seçimlerde de tekrarlandığı üzere Türkiye’de iktidar değişikliğinin
bir türlü gerçekleşmeme nedenlerini psiko-politik terimlerle
açıklama girişimi olarak oldukça değerli. Bu açıdan bakıldığında,
‘normal şartlar altında’ rasyonel davranacak olan AKP seçmeni,
kapsamlı bir algı operasyonunun kurbanıdır. Ali Sabuktay’a göre ise
‘bilişsel uyumsuzluk’ gibi yaklaşımlar, tabanı-kitleleri bir
anlamda masumlaştırmakta ve oradaki ‘nevrotik güç istemini’
anlamamızı
zorlaştırmaktadır:
“[AKP kitlesinin] aradığı şeyin şuur olmadığını, vecd ile
karışmış bir keyif yaşadıklarını düşünüyorum. Toplumun önemli bir
bölümü için distopya olan bugünkü durum, onlar için çektikleri
‘çile’nin karşılığında gelen bir haz ütopyasıdır.”
Şuur, nevroz, haz, keyif ve benzeri kavramlar, tartışmayı
psikanalitik kuramın alanına davet ediyor. Aslında, ülke nüfusunun
yarısında görülen seçim-sonrası stres bozukluğu içinde psikanalize
başvurmak terapötik bakımdan da gerekli ve yararlı olabilir.
Savunma mekanizmaları dağılmış, depresyon ve anksiyete krizi
içindeki halimizle Sigmund Freud’un kapısını çalmak mümkün olsaydı,
ilk ve tek Türk hastasını salonda bir Smyrna halısıyla kaplı divana
uzanmaya davet edecekti.
FREUD'UN HALISI
Hiçbir şeyden çekmedi dünyada akrabalarından çektiği kadar.
Yeğeni Edward Bernays onun ilmini kötüye kullanarak tüketim
toplumunun kurucu babası olacaktır; ‘yarı Asyalı’ diye andığı bir
diğer akrabasının ise (Moritz Freud) halı ticareti kisvesi altında
Osmanlı-Avrupa hattı üzerinde beyaz köle trafiğini yürüttüğü
iddiaları vardır. Sigmund Freud’un ünlü terapi divanının üzerinde
halen örtülü bulunan Türk halısı, ‘işlerini’ Selanik’ten yürüten bu
kuzenin hediyesidir. Smyrna (İzmir) menşeli olarak bilinir.
Freud'un divanı ve Türk halısı.
Freud ile ‘Türk’ arasında bilinen tek temas bundan ibarettir ve
‘ameliyat masasının’ üzerinde bu halının serili oluşu farklı
yorumların konusu olmuştur. Bunlardan biri, halı desenindeki
katmanlı figürlerle ilgilidir. Bunların, o divan üzerinde
bilinçdışına yapılan yolculukların metaforu olduğu düşünülür.
(Zaten aslında Türk değil de Farsi Qashqaei halısı olduğu ve
İzmir’e İran’dan ulaştığı da ifade edilmiştir.) Bir başka teze göre
Freud’un zihninde bu halı, Türklerin cinsel aşırılıkları üzerine
rivayetlerle ilişkilenmiştir. Tarihçi Peter J. Swales’e göre
Freud’un Viyana’da ilk muayenehanesini açışından Londra’da ölümüne
kadar geçen 53 yıl boyunca yanından ayırmadığı bu objeye olan
bağlılığı kendi haremini oluşturma arzusu/fantezisi ile ilgilidir.
Her halükârda (aslen Farsi ya da İzmirli olsun; ister cinsel
fantezileri isterse de analitik katmanları temsil etsin),
bilinçdışına uzanan mekânın ‘Türk’ materyalle döşeli olması
sabittir. Nahoş hatıralar, kabullenilmeyen travmatik anlar,
bastırılmış arzular ve baskılanan dürtüler o halı üzerinde
uyanır.
Türk ve bilinçdışı özdeşleşmesi, dönemin Batı entelejiyansına
hakim olan şarkiyatçı ve kolonyalist zihniyet dikkate alındığında
orijinal bir fikir sayılmaz. Bu bakışın psikolojik varyantı
uyarınca zamanımızda Üçüncü Dünya tabir edilen ülkeler, paternal
süperego yoksunluğuyla mustarip olduklarından dürtülerini,
güdülerini, arzularını vb. bastırma ve baskılama melekelerine,
dolayısıyla da imajiner düzlemden sembolik düzeye doğru adım atma
yeteneğine sahip değildirler. O halde ‘evrensel’ kanun ve nizamı
egemen kılma, medeni ilişkileri ve kültürü belletme misyonlarıyla
donanmış Batı, eksik kalmış ‘Baba’ işlevini kolonyalist yayılma
marifetiyle yerine getirme mecburiyeti altındadır.
Freud’un böyle düşündüğü sanılmasın ama insan ruhunu deşmekten
bu ve benzeri ön kabulleri sorgulamaya pek vakti kalmadığı da
doğrudur. Öyle ki, terapi odasının karakterini belirleyen halının
anayurdunda gerçekleşen dramatik dönüşümleri bile takip etmemiştir.
Mesela Mustafa Kemal’in kendine ‘Ata’ ile başlayan bir soyadı
seçmesiyle meclisin açılış günü olan 23 Nisan’ın ‘çocuk bayramı’
ilan edilişi arasındaki ilişkinin taşıdığı zengin analitik
potansiyelin farkında değildir. Yeni cumhuriyetin Batı kültürü ile
yetişmiş kadroları, dünya sisteminin periferisinde ‘yerli ve milli’
pedagojinin de mümkün olduğunu cümle aleme ilan ediyorlardı.
ÇOCUK BAYRAMI VE ERGEN MİLLET
Uygarlık ve Hoşnutsuzlukları’nın yazarı, belki de
olacakları bildiğinden bu köklü dönüşüme kayıtsız kalmıştı.
Paternal süperegonun hazmı, içeriden göründüğü kadar kolay değildi.
Aradan geçen yıllar boyunca ‘Baba’, kanununu empoze etti, seküler
pedagojik kurumlar oluşturdu, beşeri ilişkileri hukukileştirdi,
gündelik hayatı medenileştirdi, kültürü batılılaştırdı, şiddet
aparatlarını modernleştirdi. Antoine de Saint-Exupéry’nin
deyişiyle:
“Neyse ki bir diktatör, halkını ölüm azabına sokma pahasına
herkesin Avrupa kostümü giymesini gerektiren bir yasa çıkardı.
Böylece Türk gökbilimci, gösterisini etkileyici bir stil ve
zarafetle giyinmiş olarak baştan yapma fırsatını buldu ve bu sefer
herkes onun raporunu kabul etti.”
Bu gök kubbe altında yetişen itaatkâr ve idealist nesiller
birbirini takip etti.
Öte yandan muhafazakâr mukavemet de
hiç bitmedi. Dışsal bir baba otoritesi altında adeta o Freudiyen
fantezilere içkin hazların kendine yasaklanmasını kabullenmeyen
nesiller de birbiri ardına yetişti. Slovoj Zizek, Yugoslavya
özelinde bu reddedilen paternal otoriteyi yine Freudiyen anlatıda
kabilenin bütün dişilerini tekeline alan ‘ilkel baba’ ile
eşleştiriyor. Hikâyenin kaderi, er ya da geç baba katli (patricide)
olarak çizilmiştir.
İngiliz psikanalist Owen Berkeley-Hill, Muhammed’in “din ve
siyaset alanlarında babanın otoritesine saldırma eğilimi taşıdığı”
sonucuna varmıştı. Yüz yıl sonra aynı teşhisi Erdoğan karakterinde
günceller miydi bilinmez. Ama 28 Mayıs Pazar gününü Pazartesi’ye
bağlayan gece, sarayın avlusunda trans halinde çığlıklar atarak
dans eden on binlerce insanın durumu, ancak yasaklanmış nice zevk
vaadinin sarhoşluğu içinde o patricide günahını işleyebilmenin
keyfi çerçevesinde anlaşılabilir. Baba, gücünü daha yukarıdan
aldığı inancını taşıyan büyük evlat tarafından öldürülmüştür.
Erdoğan popüler sloganların aksine yeni bir ‘baba’ değil, babayı
öldürme cüretini gösteren Büyük Birader’dir. Kavmini, tebaasını ve
ümmetini, yüz yıldır tepelerine zorlanan zalim babanın
otoritesinden kurtararak Oedipal-öncesi jouissance
kozmosuna geri taşımıştır. Türkiye’nin İslamcı kitlelerinin
sahnelediği coşkun ritüelin, mahrum bırakıldıkları o hazları
geri-kazanma fantezisinin doğurduğu keyiften bağımsız anlaşılması
mümkün değildir.
Mustafa Kemal, 23 Nisan’ı çocuk bayramı, kendini de ‘ebedi Baba’
ilan etmekle bir milli tabula rasa yaratmayı ummuştu. Bu
sıfırdan başlayan tarih sürecinde yeni nesiller boyunca bir millet
doğup büyüyecek, yetişkinleşecek ve olgunlaşacaktı. Millet ve
benzeri kolektif kimliklerin bireylere göre tarihinin çok daha uzun
olduğu reddedilemeyeceğine göre bir kolektif beden olarak milletin
gelişme evrelerinin de bireyinkinden çok daha uzun zamana yayılması
anlaşılır bir durumdur. Modern Türk toplumu, ilk yüzyılını bir
‘çocuk millet’ olarak yaşayarak ergenleşmiş bulunuyor.
Laik-Kemalist direniş vakaları ise, örneğin ‘Andımız’ın
ilkokullardan kaldırılması hakkındaki protestolar, bu infantil
masumiyetin kaçınılmaz kaybını kabullenemeyenlerin ruh halini
yansıtıyor.
Bir tarafta yüz yıllık çocukluk
tamamlanırken öteki tarafta ergenliğe geçiş ve Oedipal isyan çoktan
başlamış bulunuyordu. Son seçimler, bu isyanın son evresi olarak
tam bir ‘bastırılmışın geri dönüşü’ vakasıdır. Baba’nın
Çankaya’daki tahtı, onun çiftlik arazisi üzerine sarayını ve
karargahını kurmuş olan ‘büyük birader’ tarafından yerle bir
ediliyor ve yüz yıldır çocuklardan esirgenen zevkler keyifle ortaya
saçılıyor. Bastırılan hiçbir zaman olduğu gibi korunarak değil,
baskılama süreçlerinin sürekli derinleştirdiği patolojinin
semptomları olarak geri döndüğü için yüzyıllık mazlumluk, güç el
değiştirdiği anda ikinci yüz yılın zalimlerini çoktan üretmiş
bulunuyor. Sabuktay’ın deyişiyle:
“Mekke’de mağdur, Medine’de fütuhatçı olabilen bir ideolojinin
‘çağırma’ mekanizmaları açısından bakıldığında, hem mazlum hem
zalim olabilmek pekala mümkün ve tutarlıdır.”
SONUÇLAR: AKP VE OEDİPUS
Freud’un mensup olduğu geç 19. Yüzyıl Batı entelijansiyasının
penceresinden bakıldığında 2023 seçim sonuçları, Şark’ın dünyanın
bilinçdışı olarak kalmakta kararlı ‘nevrotik istencinin’
ifadesidir. Daha spesifik psikanalitik açıdan Batılı(laşmış)
süperegonun yasasına karşı Oedipal bir ergen isyanıdır. Her iki
bakış açısından da psikanalitik söylemin şarki özneyi kapsadığı
görülür. Ama Freud, aynı fikirde değildir. Slovoj Zizek’in dikkat
çektiği ‘Analiz-edilemez Sloven’ deneyimi, psikanalizin
Batılı-olmayan özneye uygulanamayacağı yönündeki ön-kabulleri
destekler niteliktedir. Hikâye şöyle: 1922 yılında İtalyan
meslektaşı Edoardo Weiss, Sloven bir hastası hakkında Freud’a
danışır. Bu kişi, ahlaki ilkeler ve toplumsal kurallar konusunda
temel bir duygudan yoksundur ve babası da dahil herkesi
dolandırmaya çalışmaktadır. Freud, Weiss’a yazdığı yanıtta şöyle
der:
“Belli ki zahmetinize değmeyecek bir şahıs. Analitik sanatımız
bu tür kişiler karşısında güçsüzdür; içgörümüz de bu tür vakaların
dinamiklerine nüfuz edemez… Onu göndereceğinizi tahmin
ediyorum.”
Paternal otoriteyi tanımayan hatta babayı dolandıran şarki özne
için psikanalizin o çağda yapabileceği bir şey yoktur. Ama bu kısa
analitik metni bu hikâyeyle bitirmenin bir başka nedeni var. Şöyle:
Tüm etik normları ve toplumsal yasaları çiğneyen Sloven hasta, aynı
zamanda cinsel iktidarsızlıktan şikayetçiydi. Şarki öznenin her
türlü ahlaki ilkenin ve Baba’nın yasasının ulaşamayacağı bir yerde
konumlanmak için harcadığı olağanüstü çaba; beklenti ve
fantezilerinin aksine mutlak iktidarı değil iktidarsızlığı,
dizginsiz bir hazzı değil hazzın imkânsızlaşması sonucunu
getirmişti.