14 ve 28 Mayıs günlerinde yapılan iki seçimin demokratik ve
otoriter rejim arasında bir tercih olduğu muhalefetin tüm
kesimlerinin ortak bir kanaatiydi. Merkezin solundan başlayarak
daha soluna giden bir yelpazedeki analizlerde nefes alınabilecek
bir siyasal alan, demokratik çatışmanın zeminlerini yaratma umudu;
siyasal yelpazenin merkezinde ise kuvvetler dengesi içinde karar
süreçlerinde kontrolün çoğullaşması; böylece devlet aygıtının ve bu
aygıtı idare eden kadroların çeşitlenmesi beklentisi vardı.
Paradoks ise seçime ilişkin sorunun kendisinde yatıyordu: Temsili
demokrasinin araçlarından biri olarak seçim, temsili demokrasinin
standart araçlarını ve kurumlarını kendi eliyle yok etmiş ya da
kendi bekası için dönüştürmüş bir rejim içinde, o rejimi değiştirme
işlevi görebilir mi? Görebileceğine dair yaygın umut, değişim ve
demokrasi arzusunun yaygınlığı nedeniyle birçoğumuz buna inandık,
inanmak istedik. Demokrasinin öznelerini çağıran politika
önerilerini yapmış, bu öznelerin fizik güç kazanmaları için politik
zeminlerin yaratılması gereğini vurgulamış, dolayısıyla geniş halk
kesimlerinin onurlu bir yaşam imgesini siyasal gerçekliğine
dönüştürmüş bir politika olmadan seçimleri kazanmanın mümkün
olmadığını vurgulamış kişiler dahi seçim sürecine girildiğinde
beklentilerle doluydu. Olmadı, olmamasının nedenleri var. Sanırım
bugünden itibaren bu beklentilere sahip olan herkesin düşünmesi
gereken de bu nedenler. Biraz durmalıyız sanrım, durup
düşünmediklerimizi düşünmeliyiz. Burada kendim için çıkarmaya
çalıştığım kimi izlekleri paylaşmaya çalışacağım.
Öncelikle, vurgulamam gereken seçimlerin hemen öncesinde Utku
Balaban, Nail Dertli, Ümit Akçay hocaların yazdıkları üzerine
çalışmak, düşünmek gerek. Hükümetin iktisadi tercihlerinin doğru –
yanlışlığını ölçerken alınan anaakım ölçütlerden vazgeçmek üzerine
muhalefet içinde düşünsel/ideolojik bir kavga ile başlamak önemli.
AKP yönetemiyor söylemi yaygınlaştığında, bu uyarıyı birçok kişi
yapmıştı; AKP – MHP rejiminin böyle yönetmeyi tercih ettiği; bunun
ekonomi politik nedenleri olduğu, iktisadi çeteleşmenin
sonuçlarının yarattığı durumu ortadan kaldırmak için anaakım
önlemlere yönelmenin halkta bir karşılık bulmayacağı uzmanlarınca
anlatılmıştı. Dolayısıyla durup bunun kavgasını vermekle
başlayabiliriz.
İkincisi, artık anlaşılmasını umduğum, ama memleketimiz siyaset
sosyologlarının anlayıp anlamayacağından bir türlü emin olamadığım
bir gerçek üzerine düşünmeliyiz. Merkezi, sürekli sağa çekerek
bütün siyasal yelpazeyi sağcılaştırmanın muhalefete iktidar
kapılarını açmadığını gördük. Ana muhalefetin anketlere göre
hassasiyet belirleyen sosyologlarının önerileriyle 2014 yılından
beri izlediği politikanın sonucu olarak elimizde belki de çok
partili hayatımız boyunca en çok ve memleketimizin çeşitli
yerlerinde yetişen çeşitli radikallikte sağcının olduğu bir
parlamento kaldı. Artık siyasetin “mevcut soruna uyarlanmak değil,
sorunsalı değiştirme” meselesi olduğunu kavramamız gerek. Bu
nedenle biriken anketlerdeki “hassasiyetlere” bakıp ona uygun
“söylem” üretmenin çalışmadığının farkına varılmalı. 21 yıllık tek
parti rejimi, devletin temel unsurlarından ikisini, hükmetme
biçimini ve nüfusu değiştirdi. Bu nüfusu yeniden ele almak ve onu
dönüştürmek için de apolitik bir anket hareketi olarak kalmanın
yetmeyeceği; politika yapılması gerektiği ortada. Politikaya, bu
anlamıyla itibarını yeniden kazandırmak için verilecek
sınıfsal/ideolojik bir mücadelenin gerekleri üzerine
düşünmeliyiz.
Üçüncüsü, mevcut hükmetme biçimi içinde “seçim” kurumunu,
hızlıca yeniden ele alacak, demokrasi teorisini yeniden düşünecek
bir düşünsel mücadele geliştirmeliyiz. Henüz seçim sürecine
girmeden, demokrasiyi kazanmanın yolunun demokrasinin öznesini
sahneye çağırmak olduğunun, bir yönetim biçimine ancak onun gerçek
sahibinin sahip çıkacağına ilişkin fikirleri dile getirmeye
çalışmıştım. Bununla kastım temsili demokrasinin mevcut
kurumlarının, başta siyasal parti yapıları olmak üzere büyük bir
çözülme ve yozlaşma içinde olduğu, bu kurumların bizzat demokratik
katılımın önünü kapatarak otoriter rejimlere hizmet ettiğiydi.
Doğrudan doğruya bir lider tarafından temsil edildiği varsayımıyla,
şef-hareket-devlet birliği yozlaşmış çıkar örgütlerine dönüşen
burjuva siyasal partiler tercih ediliyor; demokratik siyasal
katılım dünyanın her yerinde araçlarını yitiriyordu. 10 yıl önce
deneyimlediğimiz Gezi, belki de bunun en açık göstergesi, demokrasi
bakımından öğreteni oldu. Otoriter rejimlerde seçim, sadece seçim
gününden oluşmuyor, seçim öncesi, seçim günü ve sonrasına ilişkin
güvenceler yok edilerek oyunun kuralları bir “onay mekanizması”
ekseninde kuruluyor; plebisiter diktatörlüklerin aracı haline
geliyor. Dolayısıyla seçimler üzerine düşünmek için önce demokrasi
üzerine yeniden düşünmek, parlamenter demokrasiyi, saf temsili
aşacak katılım araçlarını inşa etmek; demokrasinin öznesinin sahne
alacağı alanları yaratmak gerek. Bu da seçimlere endeksli olmayan
ama seçimleri politikleştirerek önceden güvenceleri sağlayacak
temsili demokrasiyi aşacak araçları yaratma hedefiyle uzun erimli
bir mücadeleyi, bunun yolları üzerine düşünmeyi gerektiriyor.
Tabii asıl olarak bu üç izlek bağlamında, dünyadaki
benzerlerimiz ile karşılaştırma yapmakla sınırlı kalmayan ortak
kaynakları bulmayı hedefleyen araştırmalar önem taşıyor. Daha
sakin, daha az güncel, daha az duygusal, daha uzun
erimli.