Seçim sonuçlarının anlamı: İkili devlete karşı ikili iktidar

Büyükşehirleri yöneten CHP’liler, ürkek ve utangaç bir şekilde, elleri sosyal kurumlarda, gözleri vatan millet edebiyatında, sosyal demokratik kurumları inşa etmeye çalıştılar. İstanbul’daki kent lokantaları, öğrenci bursları, kreşler, Ankara’da ulaşım sübvansiyonu ve Gökçek’in yarattığı tahribatın bir ölçüye kadar durdurulması, CHP’nin AKP muhalifi, kentli, sekülerler ile birlikte, kent yoksullarının da adresi olmasını getirdi.

Osman Özarslan osmanozarslan@gmail.com

Ernst Fraenkel’in* 1941 yılında Almanya’da yayınlanan önemli kitabı 1933-38 arası dönemde, Almanya hukukunun dolayısıyla devletinin, Naziler tarafından ikiye ayrılmasını anlatır. Nazilerin iktidarını perçinlediği bu dönemde, devletin bir kısmı (önleyici) tedbir de diyebileceğimiz bir olağanüstü hal devletidir ve özellikle güvenlik bürokrasisi ve paramiliter kurumlar tarafından inşa edilmiş olan bu devlet kanadını bağlayan herhangi bir hukuki parametre yoktur. Devletin diğer hukuki kısmı ise olması gereken norm kanunlara uymaya çalışan ama her biçimde tedbir hukukunun altında ezilen bir hukuktur. Türkiye, Gezi isyanlarından bu yana giderek artan bir tonda ama 15 Temmuz darbe girişiminin ardından, 1930’lar Almanyası'ndakine benzer bir yarılma yaşadı. Hukuk bir yanda cinayetten soyguna, seçim çalmaktan bütçeleri yutmaya kadar her türlü hukuksuzluğu yapanların hukukuna dönüşürken, diğer yanda sendikal örgütlenmeden greve, en temel mahkeme süreçlerinden  AYM’lere ve AİHM’e itiraza kadar her tür temel yurttaşlık hakları elinden alınmış insanların paryalaştırılmasına dönüştü.

Tam anlamıyla “biz” ve “onlar” ya da “dostlar” ve “düşmanlar” hukuku üzerinden işleyen ikili bir devletle karşı karşıya kaldık.

2019 yerel seçimlerinde AKP’nin Ankara, İstanbul başta olmak üzere pek çok büyük şehri kaybetmesi, ittifak matematiği, kentleşme, sekülerleşme dalgası olarak görülse de aslında, arka planda yaşanan, ikiye ayrılmış merkezi/devletin hukukun yaptırımlarına karşı bir çıkış arayışıydı.

Sonuç olarak, büyükşehirleri yöneten CHP’liler, ürkek ve utangaç bir şekilde, elleri sosyal kurumlarda, gözleri vatan millet edebiyatında, sosyal demokratik kurumları inşa etmeye çalıştılar. İstanbul’daki kent lokantaları, öğrenci bursları, kreşler, Ankara’da ulaşım sübvansiyonu ve Gökçek’in yarattığı tahribatın bir ölçüye kadar durdurulması, CHP’nin AKP muhalifi, kentli, sekülerler ile birlikte, kent yoksullarının da adresi olmasını getirdi.

Ankara-İstanbul’da denenen ve seküler kentli orta sınıfın dışına taşabilen bu sosyal adaletçi deneyim, ülkenin geri kalanındaki kent yoksulları için bir tür umut kırıntısı haline geldi. Aslına bakarsanız, CHP sosyal demokratik ilkelere her zamankinden daha uzak, dahası, ortada bir plan proje ve söylem yok. Popülerleşmiş Ankara-İstanbul belediye başkanlarının, AKP’ye görece daha talandan vurgundan uzak durmaları ve iyi kötü sosyal devlet kurumları inşa etmeleri bile CHP’yi bu noktaya taşımaya yetti.

Dolayısıyla, üzerinden henüz 1 yıl bile geçmemiş AKP iktidarı öncelikle kamuoyu nezdinde güvenoyunu kaybetmiş görünüyor. İkincisi, Recep Tayyip Erdoğan’ın iktidarı kazandıktan sonra, güvenlikçi politikalar ve yoksulluk gibi meselelere MHP’nin penceresinden bakmaya devam etmesi, kent yoksullarını, sekülerleşmeye devam eden taşrayı ve sermaye birikiminin dikkate değer biçimde arttığı iri ilçeleri CHP söyleminin içine çekti.

Aynı şey değil elbette ama 31 Mart seçim sonuçları itibariyle, Lenin’in Şubat ve Ekim Devrimi arası dönemi adlandırdığına benzer bir şekilde ikili bir iktidar ile karşı karşıyayız. Bir yanda, neo-liberal politikalardan milim esnemeyeceğini, kıyamet kopsa kent rantı ve emlak vurgunlarından vazgeçmeyeceğini her biçimde belli eden ve ikili devletin hukuksuzluk tarafını giderek büyüten Tayyip Erdoğan, Devlet Bahçeli ve Cumhur İttifakı, diğer yanda da, belediyelerin umut kırıntısına tutunup, oranın sosyal politikalarını takdir edip, orayı kendisi için alternatif bir iktidar odağı haline getirmeye çalışan, gençler, sekülerler, emekliler, kadınlar ve elbette bilhassa kent yoksulları.

Seçimleri böylesine yoğun bir şekilde CHP’nin kazanması bize birkaç şey söylüyor.

Öncelikle CHP belediyelerinin tüm basiretsizliklerine, tüm işbilmezliklerine, Hatay/Lütfü Savaş vb.  skandallarına rağmen, halkın CHP’nin bu utangaç sosyal demokratlığına karşı göstermiş olduğu teveccüh, AKP’nin ikili hukukuna karşılık, CHP belediyelerinin özellikle sosyal yardımlar, sekülerleşme ve sosyal adalet söylemi/pratikleri ile yürüttüğü mayanın tuttuğunun ve AKP-Devlet’in ikili hukukuna karşı, halkın bu korkak sosyal demokratların elindeki belediyeler ile kendi ikili iktidarlarını inşaa etmeye çalışmasının göstergesi oldu. 

Tümüyle pop-imajlar ile seçime giren CHP’nin adaylarına gösterilen bu büyük teveccüh, onların mırıldanarak söylediği kamulaştırma, sosyal devlet, adalet gibi söylemlerin kitleler nezdinde ne büyük bir alıcısı olduğunu göstermiş olsa da, muhalefet tarihinin en apolitik seçim kampanyasını yürüttü.

Bu seçimlerde, AKP de, diğer partilerden daha az apolitik değildi. Tarihin en apolitik seçiminde özellikle İstanbul’da ve Ankara’da Tayyip Erdoğan’ın, bir emlakçı ile bir emlak kralını aday yapmasının ardından, vatan millet Sakarya işlerinin hep kasanın kazandığı bir bitirimhane olduğu anlaşıldı. Dahası, AKP tümüyle kent rantı, yoksulluğun sürdürülebilirliği ve derinleştirilmesi, emeklilerin köleliği üzerine oynarken, aslında uzunca bir zamandır sürdürdüğü ikili hukuka dayalı, Bonapartist iktidarı sürdürmekten başka bir şey düşünmediğini söylemiş oldu. AKP, Cumhur İttifakı ve Recep Tayyip Erdoğan’ın elinde, tek adamın Türk-İslam ülküsü için önemli bütün tarihsel simalara doğru kopyalanması dışında pek bir siyasi programı yoktu.

Sağolsunlar Diriliş, Kuruluş, Abdülhamit, Selahaddin gibi dizilerin senaryoları zaten AKP programının yerini alalı epey olmuştu. Tam da asıl karın ağrımız olan İstanbul seçiminin de yapılacağı yerel seçimlerden bir süre önce Recep Tayyip Erdoğan’ın kaburgasından yapılmış bir Fatih imgesi harika olur diye düşünüldü. Peygamberin hadisini yerine getiren II.Fatih ya da Kudüsü haçlılardan alan Selahaddin Eyyubi gibi bir kurtarıcı.

Bu imgenin alabildiğine köpürtüldüğü günlerde, Avusturya Macaristan İmparatorluğu’nun kılıçartığı Victor Orban, Recep Tayyip Erdoğan’ı Avrupa’nın koruyucusu ve kurtarıcısı olarak ilan etti. Tarihsel referanslar tamam, tarihsel ittifakların da ruhları çağrılıyor. Bu şehzadeye elbette bir de lâla lâzım. Seçimlere bir-kaç hafta kala, liberal düşüncenin meşhurlarından Atilla Yayla, İttihad-ı Hamiyet Cemiyeti’nin yaklaşık 150 yıl önce yapmış olduğu meşruti monarşiye dayanan kanun-i esasi talebini yineledi ve Recep Tayyip Erdoğan’ı monark olarak görmek istediğini söyledi ve böylelikle Akşemseddin rolünde rollenmeye hazır olduğunu beyan etti.

Fakat bu TRT’nin Dirilişli, Kuruluşlu, Selahaddinli, Fatihli şalalası, Marks’ın yeğen Bonaparte’ın dayısının kılığında Napolyon olmaya çalışması için söylediği gibi, yalnızca taklitçileri komik düşürmekle kalmıyor, tarihsel şahsiyetleri de çadır tiyatrosu dekoruna dönüştürüyor… Sonuç da zaten ortada. Milliyetçi-muhafazakar çiğlik artık kimsenin ağzına sarmıyor. 

Fakat tüm bu milliyetçi-muhafazakar çekirdek, Afyon’dan Balıkesir’e, Ardahan’dan Konya’ya kadar çatlamaya çalışırken, yalnızca Cumhur ve Millet ittifakları değil, sosyalistlerin önemli bir yığınak yaptığı TİP de bu apolitikleşmeye önemli oranda katkı sunuyor. Bilhassa, TİP’in veremediği Hatay sınavı sosyalistlerin de politize olmakta güçlük çektiğinin önemli göstergelerinden.

* Ayrıntılı okuma için bakınız: Ernst Fraenkel, İkili Devlet: Diktatörlük Teorisine Bir Katkı, İletişim Yayınları.

Not: Kişisel bir takım meselelerden dolayı bir süredir yazamadım. Bu süreçte pek çok kişiden meraklı e-postalar aldım. Tekrar haftalık rutinime dönmeyi umuyorum. Arayıp, soran herkese teşekkür ederim.

Tüm yazılarını göster