Seçim sürecinin psikopolitik anatomisi: Rüya ve kâbus

Bugün Erdoğan ve AKP’nin hikayesinin kalmadığını söyleyenler aslında kolektif bir rüyanın tükenişinden de söz etmektedir. O halde bu rüyanın örtülü/sabit ve açık içeriklerini yapısal bir analize tabi tutmak günümüzün kâbusunu anlamakta rehber olacaktır.

Zafer Yörük yazar@gazeteduvar.com.tr

Siyasetin rüya ve kâbusların mücadele alanı olarak okunması aslında yeni bir şey değil. En bilinen örnek, siyah sivil haklar hareketi önderi Martin Luther King’in Washington’da Lincoln heykeli altında verdiği ünlü ‘Benim bir rüyam var’ söylevidir. Bu rüya belli ki beyaz müesses nizamın kâbusuydu ve King’in canına mal oldu. Gerçekliğin imajiner boyutu ile siyasal süreçler arasındaki ilişkinin, rüyaların oluşması ve hayata geçirilmesi olarak izahı mümkündür. Daha rasyonalist bir bakış, bunu projeler oluşturmak ve uygulamaya koymak olarak da tanımlayabilir ama bu terimlerin çağrıştırdığı sayısal kesinlik, kolektif insan eylemlerine dayalı siyasal süreçleri izahta geçerli değildir. Kolektif tasarımlar ya da tahayyüller, toplumun ortak rüyaları olarak algılandığında rüyanın oluşum ve işlevleri ile bu tahayyüller arasındaki paralellikler de görünür hale geliyor.

Bugün Erdoğan ve AKP’nin hikayesinin kalmadığını söyleyenler aslında kolektif bir rüyanın tükenişinden de söz etmektedir. O halde bu rüyanın örtülü/sabit ve açık içeriklerini üst-belirlenim süreçleriyle birlikte yapısal bir analize tabi tutmak günümüzün kâbusunu anlamakta rehber olacaktır. Tükendiği saptanan hikâye, birkaç dramatik dönüş momenti yaşamıştır. Başlangıçta temel hak ve özgürlüklerin tanınması ve genişletilmesi yoluyla dışlanmış İslamcı kimliği de içeren bir sistemik yenilenme vaadi mevcuttu. Bu rüya büyük ölçüde hayata geçirildi hatta gerçekleşme sürecinde yer yer vadedileni aşacak boyutlara ulaşarak geçmişin baskıcı kimlikleri olarak yeniden anlamlandırılan kesimin hak ve özgürlüklerini ihlal edici biçimler kazandı. Bu reformların zeminini, ekonomide istikrar ve iyi hal ve gidiş oluşturmaktaydı.

Ardından Gezi protestoları ve 7 Haziran 2015 seçim sonuçları geldiğinde durum değişti. Demokrasi şapkasını çıkarıp ittihatçı kalpağı takan AKP, başlangıçta demokratik tasfiyeye tabi tuttuğu ‘eski rejim’ unsurlarıyla barışarak Kürt barış sürecini durdurdu ve güvenlikçi devlet söylemine sarıldı. İdeolojik düzeyde, siyasal İslam'ın devlet milliyetçiliğiyle birleşmesi gerçekleşiyordu. Beka tehlikesi paniği içinde otoriter yönelimli bir yeniden-yapılanma süreci başladı. 15 Temmuz OHAL yönetimiyle hız kazanan otoriter yönelim, başkanlık sistemiyle taçlandı. Bu yeni durumu Erdoğan’ın milliyetçi, hatta ittihatçı bir değişim yaşaması şeklinde izah etmek yetersiz kalıyor; adeta Recep Peker’in parti devlet kurma arzusuyla yanıp tutuşan ruhu mütedeyyin bir metamorfoz geçirerek hortlamıştı. Ama bu ‘parti devleti’ kurma hamlesi pratikte AKP’nin ‘İkinci Recep’ başkanlığında ‘devletin partisi’ haline dönüşmesine de yol açmaktaydı. Aslında rüya orada bitmiş, bir üst-belirlenimle kâbusa geçiş süreci başlamıştı.

BİR KÂBUSTAN UYANMAK

CHP yönetimi başta olmak üzere muhalefetin çoğunluğu için bu geçişi idrak etmek uzun zaman aldı. ‘Yenikapı ruhu’ ve ardından dokunulmazlıkların kaldırılmasına verilen destek, uyku halinde ısrarın göstergeleriydi. Muhalefetin çoğunluğu için FETÖ tasfiyesi, demokrasi rüyasının devamı için zorunluydu. Kürt siyasetinin ezilmesi ise, görünen içerik hoş olmamakla birlikte belli ki kendi rüyalarının gerçek ya da sabit içerikleriyle pek bir uyumsuzluk arz etmiyordu. Kâbus içinde yaşanan bu yarı uyku hali 2017 Haziran’ındaki Adalet Yürüyüşü’ne kadar sürdü. Orada ilk görünür içeriğini kazanan kopuş, 6 Şubat depremlerinin ardından siyasal cephe sınırlarını netleştiren bir Kemal Kılıçdaroğlu imgesi olarak tezahür edecekti: "Vatandaşlarımızın kanı bu iktidarın elindedir… Bu meseleyi asla ama asla siyaset üstü görmüyorum. Bu duruma bizi onun siyaseti getirdi… Bu ülke ne zaman batıyorsa yanımda ol çağrıları yapıyor. Hadi oradan seninle işim olmaz, olmayacak da… Gelsinler tutuklasınlar.”

Bu söylem, İYİ Parti lideri Meral Akşener’in aynı günlerdeki tereddütlü beyanlarından farkıyla dikkat çekiyor. Ama bu kopuş, sosyolojik değil siyasal bir cepheleşme çağrısı niteliği taşıyor. Deniz Baykal CHP’si döneminden farklı olarak siyaset, sosyolojiyle kavga etmiyor. 'Helalleşme’ hamlesi, bu bağlamda önem taşıyor. CHP ve muhalefet söylemi bu kez gerek şiddet yoluyla ötekileştirilen Kürt sosyolojisini ve siyasetini gerekse de karşı siyasal cephenin seçmenini ve tabanını saflarına çağırarak Erdoğan ve AKP siyasetini izole etmeyi, yalnızlaştırmayı hedefliyor. Bugün Kılıçdaroğlu önderliğindeki muhalefet bloğunun seçim stratejisi ve onun ‘üstyapısını’ oluşturan toplumsal tahayyül ya da kolektif rüya; iktidarın ‘kemik’ sosyolojik tabanıyla da uyumlu bir düğüm noktası sunması bakımından oldukça başarılı.

Toplumun iktidarın kâbusundan uyanarak önce gerçekliği doğru algılamaya sonra da birlikte oluşturmaya çağrıldığı yeni kolektif tahayyülün örtülü bileşenleri, yanlış siyasetin sorumlu olduğu yapısal aksama ve bozukluklar sonucu ortaya çıkan bir siyasal ve toplumsal talepler –rüya analizi kuramının diliyle bastırılmış arzu ve dürtüler – listesi oluşturuyor. Psikanalitik teoriyle sürdürürsek, muhalif tahayyül içinde bu bastırılmış toplumsal talepleri birbiriyle buluşturarak metaforik ifadelerine imkân tanıyan bir mitsel alan açıldığı görülüyor. Bu tespitin bir teorik zorlamadan ibaret olmadığını görmek için sosyal medya olgusuna bakılabilir. Anaakım medyanın AKP zihniyeti tarafından ele geçirildiği, gazete ve televizyonlar başta olmak üzere bütün kitle iletişiminin RTÜK ve İletişim Başkanlığı gibi sansür kurumlarının cezai denetimi altında kısıtlandığı koşullarda, internet yayınları, sokak röportajları, tweet floodları ve YouTube programları üzerinden bir sosyal iletişim patlaması yaşandığına tanık oluyoruz. Kılıçdaroğlu’nun YouTube açıklamaları ve Fazilet Partisi’nin mizahi videoları ‘viral’ olmuş durumda. Tabi ki bu aktarılanlar ne sosyal medyanın bütünüyle muhalif ne de mitsel düzeyin cismi tezahürünün iletişim alanıyla sınırlı olduğu anlamına geliyor.

‘BAHAR GELECEK’

Muhalif mitsel alanda temsil imkânı bulan farklı sosyal kesimlerin sıkıntıları ve talepleri belli yapısal aksama ve bozukluklarla ilişkilendirilerek yeniden tanımlandıktan sonra birbirine eklemlenir ve düğümlenir. Bu düğümleme işlemi, rasyonel bir çözümler sıralamasından çok iç içe geçmiş bir yumak misali yoğunlaşır ve herhangi bir spesifik talebi sivrilterek diğer özneleri desteğe davet eden (örneğin, işçi devrimi olursa ekoloji, toplumsal cinsiyet, milli mesele ve benzeri bütün sorunlar çözülecektir) değil, her talebi içeren ama son tahlilde hiçbirine de benzemeyen bir görünür içerikle ortaya çıkar. İşte gerek Gramsci’nin ittifaklar ve birleşik cephe gibi aritmetik pratiklerin eleştirisi üzerinden vardığı ‘hegemonya’ kavramına gerekse de rüyaların psikanalitik yapısı ile siyaset arasındaki ilişkiye tanıklık edilebilecek somut süreçler buralarda görünür hale gelir. Sonuçta ortaya çıkan siyasal proje, yapısal bozukluklar sonucu konumlarını yitirmiş özneleri yeniden düzenleyerek ve yapının söküklerini dikişleyerek harmonik bütünlüğü yeniden inşa etme iddiası taşımak durumundadır. Böyle bir siyasal proje, bozulmuş sembolik anlamlar dizgesini onarma ve yeniden tasarlayarak düzenleme iddiası taşıyan bir kolektif tahayyül içinde üretilebilir.

Buraya kadar aktarılan kuramsal analiz şöyle özetlenebilir: Muhalif siyaset, toplumsal özneleri bir ortak kâbustan çıkararak bir ortak rüyaya davet etmektir ve Türkiye’de seçim öncesi tanık olduğumuz muhalefet bloğunun oluşma süreci, böyle bir rüyanın oluşumu olarak izlenebilir. Sunulan rüyanın görünür içeriğinde kesin sayılar ve net projeler yerine demokrasi, özgürlük, refah ve benzeri birkaç sembol öne çıkıyor. Kılıçdaroğlu’nun kampanya videosu, ‘bahar’ imgesi ve sakin diliyle, örselenmiş toplumsal doku boyunca sağaltıcı bir etki yayıyor. Korkutucu, ayrıştırıcı ve ötekileştirici iktidar nutuklarına zıt olarak kapsayıcı ve birleştirici bir söylem benimsenmiş. ‘Beka tehlikesi’ misali kâbus ve panik siyaseti yerine toplum, umut siyasetine gönderme yapan bir kolektif rüyaya davet ediliyor. Bu rüya içinde, sıkıntıların ve bozuklukların son bulacağı ve yeni bir dünyaya adım atıldığı an olarak bir ’15 Mayıs sabahı miti’ oluşuyor.

AKP’NİN BİTMEYEN RÜYASI

AKP, daha önce seçimlerde ‘Rüyaydı gerçek oldu’ sloganını sıklıkla kullandı. Şimdi ise hikâyesi kalmadığı ve rüyasının tükendiği tespiti karşısında bir ‘tamamlanmamış rüya’ mitine yaslandığı gözleniyor. TOGG, Kanal İstanbul, SİHA ve tank-top imalatı gibi projeler hatırlatılarak ‘Türkiye yüzyılı’ vizyonunda birleşme çağrıları yapılıyor. Tamamlanmamış rüya iddiası, özellikle İstanbul yerel seçiminde tanık olduğumuz bir kâbus senaryosu içinde seçmeni korkutma stratejisiyle birlikte yükseltiliyor. Sosyal yardımların kesileceği, Müslümanların işlerinden atılacağı, yönetim krizi yaşanacağı gibi iddialarla beslenen bir panik siyaseti yürütülüyor.

Bu stratejik manevra olasılıklarının Erdoğan’ı ve AKP’yi bir seçim yenilgisinden kurtarması pek muhtemel görünmüyor. Uzun iktidarı boyunca AKP ve lideri Erdoğan, hayatın çan eğrisi ya da eğik atış grafiği misali yükseliş, olgunluk ve ardından yaşlanma/gerileme evrelerinin her birini uzun uzun yaşadı. Kontrollü bir inişi kabullenemediği için katastrofik bir çöküşün eşiğinde olması kuvvetle muhtemel. Sosyolojik bir gözlem, AKP’nin popülerliğinde seçim arifesinde görünür hale gelen tükenmişliğin ‘metal yorgunluğu’ olgusuna eşlik eden ekonomik sıkışma, sosyal tatminsizlik ve güvenlikçi aygıtlar da kullanılarak dayatılan kültürel kısırlığın toplumun sofistike yapısıyla kan uyuşmazlığı gibi bir dizi faktörü ortaya çıkaracaktır. Son yıllarda ‘nas’ ve faizler meselesinde görüldüğü üzere ideolojinin ekonomiyle kavgasına tanık olduk ama birçok durumda siyasetin de artık sosyolojiyle kavgaya tutuştuğu gözlemlenebilir. Böyle durumlarda nihai kazananın daha ayakları yere basan taraf olarak ekonomi ve sosyoloji olması kaçınılmazdır.

TEHLİKELER: KÂBUSUN TA KENDİSİ

Bu gözlem ve değerlendirmeler bir yana, özellikle Erdoğan’ın, bu çöküşün de külleri içinde yeniden doğuşu sağlayacak bir hazırlık içinde olduğuna yönelik göstergeler mevcut. Son girişimleriyle, yaşamakta olduğu siyasal çöküşü ideolojik bir hamleyle aşma imkânlarını sorguluyor. Hüda Par ve ardından Yeni Refah takviyelerinin devletçi-milliyetçi cenahtan değil siyasal İslam kanadından geliyor olması, tükenen rüyayı daha koyu bir İslamcılığa dönüşle güncelleme çabasına işaret ediyor. Kadın hakları karşıtlığında uzlaşma, tarikatlar ve Diyanet eliyle toplumsal hayatı şekillendirme vizyonunda birleşme ve benzeri ideolojik projeler, AKP’nin köktendincilerin dışarıdan oy desteği yanında, fabrika ayarlarına dönerek İslamcı bir ideolojiyle kendini yenilemek için fikir, iman ve kadro takviyesi ihtiyacını gidermekte olduğunun da göstergeleri. 

Koyu İslamcılık, yarım kalmış rüya imgesiyle birleşince daha imanlı ve ‘edepli’ olmaya zorlanacak bir toplum vizyonu da belirginleşiyor. Bu rüyayı hayata geçirmek için devletin bütün resmi şiddet aygıtları iktidarın emrinde bulunuyor: Erdoğan’a sadık bir TSK, silahlı emniyet güçleri ve bağımlı yargının tasarrufuna açık ceza yasası yanında İran’daki Besic ve İrşad yapılanmalarını aratmayacak cihatçı paramiliter oluşumlar. Toplumun çoğunluğu için kâbusun ta kendisi anlamına gelen bu kolektif rüyanın iktidarla ekonomik-korporatif ortaklıkları garantileyen klientalist ağlar içinden de epey katılımcı bulması kuvvetle muhtemel.

Siyasal tahayyül ile rüya arasındaki paralellikleri ele alırken siyaset tanımının hayal kurmaktan ibaret olmadığını, hayalleri hayata geçirecek ve kâbusları engelleyecek siyasal eylem pratikleriyle tamamlandığını hatırlamak gerekiyor. Freud’a göre rüyaların başlıca işlevi, tatminsiz arzuların, arzu objelerinin ikamesi yordamıyla tazminidir. Başka deyişle, siyasal eylem olmaksızın, geleceğe ilişkin pembe rüyaların etkisiyle bastırılmış kolektif taleplerin tatmin olduğu yanılsamasının hazzı içinde uyku halini sürdüren toplumun, sonunda yine bir kâbusa uyanma riski ortadadır.


(Fotoğraf: Alexandra R. Howland)

Tüm yazılarını göster