Seçim yolunda İran 2- Sürgün Sadr'dan merhum Recayi'ye

Bu yazıda hâlâ sürgün olan İran’ın ilk cumhurbaşkanı Ebul-Hasan Beni Sadr ve görev başındayken bir suikast sonucu öldürülen İran'ın ikinci cumhurbaşkanı Muhammed Ali Recayi’nin cumhurbaşkanlıkları hakkında bir tarih seyrine çıkacağım.

Abone ol

İlk yazıda İran hakkında genel bir çerçeve çizmiş ve sonraki yazılarda da İran cumhurbaşkanlığı seçimleri üzerine bir yazı serisi yazacağıma değinmiştim. Bu yazıda hâlâ sürgün olan İran’ın ilk cumhurbaşkanı Ebul-Hasan Beni Sadr ve görev başındayken bir suikast sonucu öldürülen İran'ın ikinci cumhurbaşkanı Muhammed Ali Recayi’nin cumhurbaşkanlıkları hakkında bir tarih seyrine çıkacağım ve satır aralarında cumhurbaşkanlığı seçimleri üzerinden İran hakkında kişisel bir değerlendirme de yapmaya çalışacağım.

BENİ SADR'IN CUMHURBAŞKANLIĞI YOLU 

Hasan Beni Sadr

1979'da İmam Humeyni’nin rehberliğinde İran İslam İnkılabı olduktan sonra, geçici bir hükümet kurulmuş ve ilk adım olarak da daimi bir devletin temelleri için seçim çalışmaları başlatılmıştı. Geçici Bazergan Hükümeti’nin istifasından sonra, cumhurbaşkanlığı seçimleri için resmen start verilmişti. Adayların çoğu zaten geçici hükümet döneminde belli bakanlık veya önemli kurumların başında bulunan kişilerdi. Beni Sadr, Maliye ve Dışişleri Bakanlığı olmak üzere iki bakanlığın başındaydı ve konum itibarıyla da güçlü bir adaydı.

Seçim kampanyası resmi olarak başlamadan Beni Sadr “İktisatta En Büyük Değişim” sloganıyla cumhurbaşkanlığına aday olduğunu açıklamıştı. Sonraki günlerde gazeteler seçim haberleriyle dolmuştu ve haberlerde her türden fikir yer alıyordu. Hatta şu an İran’da yasaklı en uç fikirler de hakimdi ülkede; inkılaptan birkaç yıl sonra kapanan İran solunu temsil eden Rusya destekli komünisti bir parti Tudeh Partisi (Şah döneminde kurulan ve inkılaptan da sonra da kapanan Rusya destekli komünist bir parti) ve Halkın Mücahitleri Örgütü (İran’ın yükselmesini hedefleyen bu oluşum cumhurbaşkanı Recayi’nin suikast faili) müntesiplerinin düşünceleri gibi. Bu iki düşünceye bağlı müntesipler, İmam Humeyni‘nin izinden giden bir adaya oy vereceklerinin haberlerini gazetelerde yayınlatmışlardı.

SADR'DAN MUTEDİL BİR MANİFESTO

Bununla birlikte Humeyni’nin, molla cenahının cumhurbaşkanlığı seçiminde aday olmasına karşı çıktığını da dönemin gazete haberlerinde okuyoruz. Kimlerdi bu isimler? Behişti (daha sonra bir suikast sonucu öldürüldü), Hamenei (İran'ın şimdiki dini lideri), Ahmet Humeyni (Humeyni’nin oğlu) ve diğer bazı mollalar. Bu ikazdan olsa gerek ki İslam Cumhuriyeti Partisi’nde (mollaların kurduğu bir parti ve daha sonra kapandı) aday belirleme mevzusunda bazı ihtilâflar meydana gelmişti. En sonunda bir adayda karar kılınmış ve yapılan müzakereler sonucunda çatı aday “mücadeleci adam” vasfıyla Celalettin Farsi gazete haberlerinde yer almıştı.

Adayların belirlenmesinden sonra, hızlıca seçim kampanyasına başlanılmıştı. İlahiyat eğitimi de almış liberal aday Beni Sadr da bazı gazetelere demeçlerde bulunuyor ve bir cumhurbaşkanında olması gereken özellikleri sıralıyordu. Bir nevi adaylık manifestosu hakkında bir girizgah yapıyordu. “Özgürlük, milli birlik ve beraberlik, ekonominin iyileştirilmesi, polis devleti olmayan milli bir güvenlik” vb. Beni Sadr’ın yayınladığı manifestonun en önemli maddeleriydi. Bu maddeler toplumun geneline hitap eden mutedil bir manifesto niteliğini taşımaktaydı.

MONDERNİSTLER DE MOLLALAR DA DESTEKLEDİ

İlk önce Cephe-yi Ruhayun-i Mübareze (Mücadeleci Ruhaniyet Teşkilatı), Beni Sadr’a olan desteğini açıklamıştı ve bu cumhurbaşkanı adayı için önemli bir girişimdi. İleriki günlerde ise Cephe-yi Fedeyan-i İslam (İslam Fedaileri Topluluğu) da bu halkaya katıldığını açıklayacaktı ve Beni Sadr giderek popüler bir aday oluyordu. Bu popüler aday karşısında Seyyit Ahmet Medeni, Hasan Habibi, Daryuş Feruher, Sadık Tebatebai, Kazım Sami gibi isimler vardı.

Her biri güçlü bir cumhurbaşkanı adayıydı, ama en popüler aday hiç şüphesiz dünyanın en önemli iktisatçılarından biri gösterilen Beni Sadr’dı. Çünkü her kesime hitap eden bir adaydı ve kendisini destekleyen gruplar arasında modernizmi gaye edinenlerin yanı sıra, molla cenahı da vardı. Gazetelerde de adaylar arasında tatlı bir çekişmenin başladığı belli oluyordu ve adaylara olan destekler de açık şekilde izah ediliyordu. Desteğini aşikar olarak belirten olduğu gibi, lehlerine çekilen adaylar da oluyordu; Sadık Helhali (İslami Devrim Mahkemesi Başkanı-muhaliflerin celladı) de Beni Sadr lehine adaylıktan çekilmişti.

YÜZDE 76.5 İLE SADR SEÇİLDİ

Seçim propagandasının başladığı ileriki haftalarda ise Beni Sadr farklı çıkışlar yaptı ve bir tarafta kendisi inkılap mihveri hakkında muğlak ifadeler kullanırken diğer tarafta da bu ifadelerden dolayı mollalar Farsi’yi desteklemeye başladılar. Bu destek, perde arkasından sahneye taşınmıştı ve bu yönde konuşmalar yapılıyordu. Ama Farsi’nin İran asıllı olmadığıyla ilgili çıkan haberler, onu adaylıktan çekilmeye zorlamıştı. Bu, Beni Sadr için bulunmaz bir nimetti. Daha seçimler olmamışken Beni Sadr’ı destekleyenler kendisine İran İslam Cumhuriyeti’nin ilk cumhurbaşkanı olarak bakıyorlardı.

Popülist aday seçim çalışmalarına hiç ara vermeden devam ederken, İslam Cumhuriyeti Partisi de kendisine yeni bir rakip çıkarıyordu ve mezkur parti istifa eden Farsi yerine Hasan Habibi'yi cumhurbaşkanı adayı olarak tanıtmıştı. Ne kadar başarılı olacağı ise meçhuldü. Bir yanda bunlar olurken diğer yanda ise seçimlere az bir süre kala Beni Sadr hakkında gazetelerde olumsuz haberler çıkmaya başlamıştı. Onun hakkında çıkan olumsuz haberler kazanmasına engel olmadı aksine yüzde 76.5 gibi yüksek bir oranla İran İslam Cumhuriyeti’nin ilk cumhurbaşkanı oldu. Bu seçime katılan diğer adayların oy oranları ise şu şekildedir: Ahmet Medeni: yüzde 15.9, Hasan Habibi: yüzde 4.8, Daryuş Feruher: yüzde 0.9, Sadık Tebatabi: yüzde 0.8, Kazım Sami: yüzde 0.6 ve Sadık Kutupzade: yüzde 0.3.

OLAYLI BİR BUÇUK YIL

İran İslam Devrimi

Beni Sadr’ın cumhurbaşkanlığı döneminde (04.02.1980-21.05.1981) başbakanlık sistemle var olmakla birlikte başbakan meclis tarafından seçiliyordu. İlk başbakan da Muhammed Ali Recayi idi. İran’ın ilk cumhurbaşkanı Beni Sadr’ın bir buçuk yıllık görev döneminde birçok olay meydana gelmişti. En önemli olaylar ise şunlardır: Bir; İran İslam İnkılabı’nın ilk yıllarına denk gelmiştir. İki; Tahran Amerika Büyükelçiliği işgal edilmiştir (şu an turistik müzeye dönüştürülmüştür). Üç; İran-Irak Savaşı başlamıştır. Dört; aşağıda da bahsedeceğim gibi bazı fikir ayrılıkları ortaya çıkmıştır.

Bu seçimde başlayan ve hâlâ da devam eden velayet-i fakih (Teokrasi yönetim şekli) de tartışma konusu olmuş ve beraberinde de bazı ayrılıkları getirmişti. Bu öyle sıradan bir tartışma konusu değildi. Belki de Beni Sadr’ın azledilişine başlattığı bu tartışma sebep olmuştu. Seçim propagandaları tatlı çekişmelerle devam ederken siyasetin tabiatı gereği ilk keskin bir tavır ve eleştiri popüler adaydan gelmişti velayet-i fakih  hakkında.

KIRMIZI ÇİZGİ VELAYET-İ FAKİH

İran İslam İnkılabı’nın mihverini oluşturan velayet-i fakih kırmızı bir çizgiydi ve kılükalde (günlük konuşmada) dikkat edilmesi gereken bir konuydu. İran’da bu makamın sorgulanması söz konusu bile olamazdı. Çünkü Humeyni bunu bu şekilde uygun görmüş ve mollalar da belirtilen şekle uymuşlardı. Sistem hâlâ aynı şekilde devam etmektedir.

Beni Sadr’ın düşünce sistemi liberalizm üzerine olduğu için, velayet-i fakih değil de velayet-i halkı (Cumhuriyet yönetim şekli) savunan bir halkın cumhurbaşkanlığını yapmak istiyordu. Şu an Fransa’da yaşayan eski cumhurbaşkanı orada katıldığı bir radyo programında mezkur velayet hakkında şunları dile getirmiştir: "Ben ve birkaç kişi referandum hakkında konuşmak için Kum’a Humeyni’nin yanına gittik ve konuşmamız neticesinde ise Humeyni, İran İslam Cumhuriyeti referandumunu esas alan halk oylamasında velayet-i halkı kabul ettiğini ifade etti, ama halk oylaması yapıldıktan sonra velayet-i fakih sistemine geçildi."

Beni Sadr şimdiki yönetim şeklini en çok eleştirenlerden biridir, ama bizzat kendisinin de “evet” diyerek referandumdan yüzde 99 gibi yüksek bir oy oranın çıkmasına katkısı olan birinin samimiyeti de sorgulanmalıdır.

Beni Sadr’ın eleştiri konusunu ele almışken birkaç ibarenin de anlamına değinmek istiyorum ve belki bu şekilde İran’ı anlama babında bir adım daha atmış oluruz, evet “belki” diyorum. Çünkü İran, hem içtimai hem de idari yapısı olarak dünyanın en çetrefilli ülkelerinden biridir. İran’ın resmi adı İran İslam Cumhuriyeti iken bu isimle birlikte aslında hem halkın hem de teokrat kesimin ülke yönetiminde söz sahibi olduğu açıkça belirtilir. Ama aslında halk arasında yaptığı doktorayla siyaset alanında uzmanlaşan İranlı bir taksi şoförünün “başa hangisi gelirse gelirsin, değişen bir şey olmayacak ve yine işsizlik olacak” tespiti, durumun böyle olmadığını ispatlar. Bu arada İran’da en önemli siyaset uzmanları taksicilerdir.

BÜTÜN SIR ÜÇ KELİMEDE: İRAN-İSLAM-CUMHURİYET

İran halkı, 1979 yılında inkılapla birlikte İslam ve cumhuriyetle hep sıkıntı yaşayagelmiştir. İran-İslam-Cumhuriyet; bütün sır bu üç kelimede olsa gerek. İran devleti İran’la bütün kavimleri, İslam’la dini ve cumhuriyetle de laik-seküler kesimi bir çatı altında toplamaya çalışmaktadır. Sasani İmparatorluğu enkazından kalan kalıntı mahiyetindeki İran, değil Ortadoğu belki dünya siyaset tarihine de yön veren ülke konumundadır. Bundan dolayı İran hafife alınabilecek bir ülke değildir.

Hem siyasi hem de toplumsal açıdan, öncelikle komşu ülkeleri üzerinde daha sonra da zamanla bu çemberi genişleterek diğer ülkelerin üzerinde de bir statüko kurma eğiliminde olan bir ülke olduğunu şu örnek çok açık bir şekilde ifade eder kanısındayım: Yine bir taksi şoförü Amerika seçimleri dolayısıyla bir anekdot aktarıyor; "Trump’ın başa gelmiş olması biz İranlılar için daha iyi oldu" diyor ve hemen neden diye soruyorum. "Çünkü cumhuriyetçilerin politikası hep İran lehine olmuştur." Nasıl ama diye soruyorum. Taksici anlatmaya devam ediyor: "Amerika, Afganistan ve Irak’ı işgal etti ve oralara birtakım yatırımlar yaptıktan (!) sonra öylece bırakıp gitti. Ondan sonra da İran, bu iki ülkeyi tasallutu altına aldı ve şu an bu iki ülkede sözü geçerli olan hiç şüphesiz ülkemizdir."

Meraklı bir şekilde dinliyorum ve artık soru da sormuyorum, taksi şoförü kendisi anlatmaya devam ediyor: "Lübnan, Yemen ve Suriye de İran’ın etkisi altındadır ve bir de Filistin de var. Suriye, Filistin’e açılan koridor görevini taşımaktadır. Bundan dolayı İran için Filistin ayrı bir önem sahiptir."

“Ağa hayli memnun” demeden taksi şoförüyle konuşmamız bu şekilde sona eriyor ve ben de taksiden iniyorum. Dünya genelinde bütün bu durumlar kendisini açığa vurmuyorsa eğer, İran geçmişe yol açmaktadır demektir.

İKİNCİ CUMHURBAŞKANI MUHAMMED ALİ RECAYİ

İkinci Cumhurbaşkanı Muhammed Ali Recayi

Beni Sadr, Ayetullah İmam Humeyni emriyle İslami Şurası Meclisi tarafından azledilince, yeni bir seçim çalışması başlamıştır. Bundan dolayı inkılapla birlikte İran halkının İslam ve cumhuriyetle hep bir sıkıntı yaşayacağı o zamandan beri belli bir mevzu idi.

Bu cümlenin izahı için şu noktalara değinmek istiyorum: Bir; yönetimin İslamcı ve halkının çoğunun ise laik-seküler olduğu bir devlet yönetimi, halk-devlet çatışmasını kaçınılmaz kılar. İki; tarihsel açısından bakıldığı zaman dini dayatmalara rağmen geçmişine çok sıkı bağlı bir halkın yine aynı şekilde devletle çatışmaması imkansız değildir. Üç; bu çatışmayı, menfi manada devletin içtimai yapısına hemen tesir eden bir olgu olmayıp uzun bir zaman diliminde kendisini hissettirebilen bir aksul-amel inikâsı (ters tepki yankısı) olarak düşünmek yerinde bir tespit olur düşüncesindeyim.

SADR CASUSLUK YÜZÜNDEN Mİ AZLEDİLDİ?

Halkın oylarıyla seçilen bir cumhurbaşkanı neden azledilmişti demokrasi ülkesinde? Halbuki ilk seçimlerin ardından bir buçuk yıl bile geçmemişti ve demokrasi kendini bir daha tahakkuk ediyordu İran İslam Cumhuriyeti’nde. Elbette bu mekan sadece bir figürdü ve demokrasi yüzyılı diye anılan 21'inci yüzyılda bile hâlâ birçok yerde insanlar demokrasiden mahrumdur. Böyle bir mahrumiyetin verdiği neticeler sonucunda ise bazı ülkeler kendi demokrasilerini yaratmaya çalışmışlardır ve İran da 20'nci yüzyıldan itibaren kendi demokrasini yaratma peşinde olan hem şeriat hem de cumhuriyetle yönetilen bir ülke olmuştu. İran halkı demokrasi sözlerine inanmıştı, ama işler daha sonra pek de göründüğü gibi ilerlemeyecekti. Belki alışagelen bir olgu olan demokrasi ve insan hakları deyip başa gelenlerin müstezat davranışlarının artık bizim için acayip olmaması gerekir ve belki de ademiyet buna müstahaktır.

Ey Beni Sadr sen azledildin, ama bu yolda sen, son olmayacaktın ve daha niceleri baskıyla azledilecekti bir hiç uğruna, menfaat uğruna. Beni Sadr’ın azledilmesi olayı için “ne yaptıysa Muhammed Ali Recayi yaptı” deyip bütün suçu adamcağıza yüklemenin de bir anlamı yok. Ama en başta da Beni Sadr’la arası kötü değil miydi? Fakat bundan daha önemlisi onun azledilmesinde şu anki İran’ın dini lideri Seyyit Ali Hamenei’in büyük bir rolünün olmasıdır. Bundan dolayı da Beni Sadr, Fransa'dan Hamenei’yi pek aman bir şekilde eleştirmektedir. Bu içsel duyguları bir kenara bırakıp biraz da Recayi’nin nasıl cumhurbaşkanı olduğu konusuna değinmek istiyorum.

Bu arada Beni Sadr’ın Batı'ya casusluk faaliyetlerinden dolayı azledildiğinin dedikodusu günümüzde bile İran’da bazı mahfillerce dile getirilmektedir. Beni Sadr, bunları duyup kahrolmaktansa ve idam cezasına mahkum edilmektense Fransa’ya kaçmayı tercih etti.

HUMEYNİ: "MOLLALAR ADAY OLMASIN"

Sürgün eski İran cumhurbaşkanının Fransa’ya kaçmasından sonra hızla seçim çalışmalarına başlanılmıştı ve Humeyni Hazretleri’nin yine bir ikazı vardı; "mollalar aday olmasın". Hiç kimsenin Humeyni’ye hayır diyeceği yoktu. Herkes bunu bir emir telakki edip evetle ispatlamıştı; bu molla alemidir ve asla şakaya gelmez. Kehrizek Hadisesi buna güzel bir örnektir. Geçen yıl maalesef olmaması gereken idamlar olduğunu da bizzat bazı mollalar dile getirmişti.

“Efendim sizin oğlunuzu idam etmiştik ya işte o olayda oğlunuzun bir suçu yokmuş”u yıllar sonra dedirtecek sistemlerdir vahidlik ve hiçbir zaman pişmanlık duyulmadığı ifade edilerek "eğer suçluysalar cehenneme gidecekler, yok eğer masum idiyseler cennete giderler" gibi sözlerin söylenilmesi daha acı bir durum olsa gerek. Sistemin tekte olduğu ülkelerde muhakkak bu tür havadis de kaçınılmaz oluyor. Çünkü hep böyle olmuştur ve tecrübeyle de sabittir.

RECAYİ NEREDEYSE RAKİPSİZDİ

İran’da halk buna benzer bir kaosun eşliğinde sandığa gitmek için seçim çalışmalarına başlamış ve adaylar da başvuruda bulunmuştu. Adaylar arasında en güçlüsü şüphesiz Recayi idi. Çünkü Recayi, İran İslam Cumhuriyeti’nin ilk başbakanı unvanına sahipti ve bu bile bir avantajdı kendisi için, ama doğrudan halkın seçmediği bir başbakan idi o.

Bu seçimlerdeki en önemli hadise ise Hamenei’in de aday olmasının beklentisiydi, ama İmam Humeyni buna karşı çıkmış ve  geri adım atılmıştı. Bu seçim için 41 kişi başvuruda bulunmuştu fakat sadece 4 kişinin adaylığı kabul edilmişti. Adaylar; Muhammet Ali Recayi, Seyyit Ali Ekber Pervereş, Habibullah Askerevladi, Abbas Şeybani idi ve adaylar arasında en güçlüsü Recayi’ydi.

“Recayi’nin ciddi bir rakibi yoktu ve zaten adayların hepsi de aynı gruptandılar. Bunun için birbirlerine rakip değillerdi ciddi anlamda.” Bu sözleri Haşimi Rafsancani'nin hatıralarından okuyoruz. Böyle bir seçim ortamı mevcuttu demokrasi ülkesinde.

1981’de yapılan seçimde Recayi oyların yüzde 87’sini alarak başbakanlıktan cumhurbaşkanlığına terfi etmişti. 2 Ağustos 1981'de görevine başlayan Recayi görevini bir ay bile yapamadan Halkın Mücahitleri Örgütü tarafından başbakanlık ofisinde öldürülmüştü. Bu şekilde İran İslam İnkılabı tarihinde bir suikast sonucu öldürülen cumhurbaşkanı olarak tarihe geçti. Bu kısa görevinde başbakan olarak da Muhammed Cevad Bahoner ona eşlik etmişti.