Sene 1960... Amerika’da başkanlık seçimleri var. Başkan adayları da Richard Nixon ve John F. Kennedy.
Nixon’ın başkan olacağına (kendisi dahil) herkes, garanti gözüyle bakıyordu çünkü zaten başkan yardımcısıydı. Siyasete yıllarını (ve saçlarının bir kısmını) vermiş, tecrübeli bir politikacıydı. Aynı zamanda sağcıydı, avukattı (hukuk fakültesi diploması vardı) ve hırs küpüydü. Yahudileri, komünistleri, solcuları hiç sevmiyor; sağ olsun, her konuşmasında bu sevgisizliğinin altını gururla çiziyordu.
Amerikan halkı, Nixon’ın biraz suratsız ve asabi olmasını, otoriter kişiliğine bağlıyordu. Zaten siyaset, ciddi bir işti. Gülümseyecek, espriler yapacak, ketıllarla filan uğraşacak zaman değildi.
O dönem, Sovyetler Birliği’yle sıcacık bir Soğuk Savaş vardı. Sovyetler, uzaya giden ilk uydu Sputnik’i çoktan fırlatmış ve havasını atmıştı çünkü. Yetmezmiş gibi, Fidel Castro sebebiyle “Acaba bu komünizm, Küba’dan yükselip de Amerika’ya ulaşır ve bulaşır mı?” korkuları başlamıştı. İçeride de “insan hakları”, “demokrasi”, “eşitlik” deyip duran ve Amerika’yı bölmeye çalışan hainlerin sesi, fazlasıyla yükselmeye başlamıştı.
İşte Amerika’yı hem dış hem de iç mihraklardan koruyacak ve kurtaracak lider, Nixon gibi görünüyordu. Bütün anketler de böyle söylüyordu zaten. Hayat, Nixon’a güzeldi.
Yazık, Kennedy ise biraz garibandı. Harvard Üniversitesi mezunuydu ama kim değil ki? Gençti, tecrübesizdi, İrlanda asıllıydı ve Katolik’ti. Nixon kadar iyi tanınmıyordu. Küçük kasabalara filan gidiyor, tahta sandalyelerin üzerine çıkıp konuşuyordu. Hiç de otoriter ve inandırıcı görünmüyor, gazetelerdeki bütün fotoğraflarında, otuz iki dişiyle gülümsüyordu.
Kennedy’nin hiç şansı yoktu yani. Şanssız Kennedy, şanslı Nixon’ı televizyona, bütün Amerikan halkının önünde karşılıklı konuşmaya çağırdı. Nixon da hemen kabul etti. Kaçacak ya da bahane uyduracak hali yoktu ya! Kendine güvenen insan, böyle şeyler yapar mıydı?
26 Eylül 1960 akşamı, Kennedy ve Nixon, televizyonda bir tartışma programına katıldı. Tarihte ilk kez, iki başkan adayı, televizyonda yan yana gelecekti. Amerika’da, 74 milyon kişinin izleyeceği bir programda.
Nixon korkmuyordu. Arkasında koca millet vardı çünkü. Yılların tecrübesini konuşturacak, Kennedy’i sözleriyle pataklayacak ve halkı coşturacaktı. Kısa bir süre önce, seçim turlarından birinde, dizini araba kapısına sıkıştırmış, ameliyat olmuş, iki hafta hastanede yatmış ve dokuz kilo vermişti ama önemli değildi.
Programın yapılacağı gün, gripti, ateşi vardı ve halsizdi. Bütün günü yalnız geçirdi. Danışmanlarını yanında istemedi çünkü televizyonda konuşmayı kimseden öğrenecek değildi.
Kennedy, (danışmanlarının söylediğine göre) bu programa, sınava hazırlanır gibi hazırlandı. Konuşmasına satır satır çalıştıktan sonra, horul horul uyuyup dinlendi.
Program başlamadan önce, iki aday da kendilerine makyaj yapılmasını reddetti. Nixon hastanede yatarken, Kennedy orada burada seçim konuşmaları yaptığı için, yüzü bronzdu zaten. (Daha sonra, programa çıkmadan hemen önce, kendi ekibinden birinin, ona “biraz” makyaj yaptığını sinsice kabul edecekti.)
Program başladı...
Sol tarafta, koyu renk takım elbiseli, sağlık fışkırmalı suratlı, diş macunu reklamı gülümsemeli, çok rahat, fit, aktif, dinamik, heyecanlı ve sürekli kameraya (yani televizyon izleyicisinin gözüne gözüne) bakan, umut küpü bir Kennedy vardı.
Sağ tarafta da açık gri (stüdyonun duvarıyla aynı renkte) takım elbise giymiş, hasta suratlı, kirli sakallı, devamlı dizini tutan, zayıflamış, yorgun, şıp şıp terleyen, mendiliyle burnunu silen ve hep önüne ya da sunucuya bakan, stres topu bir Nixon.
İkisi de iyi konuştu. Sosyal güvenlikler, yoksullukla savaşlar, komünizme geçit vermemeler, orduyu güçlendirmeler, Amerika’yı bekleyen süper parlak gelecekler, dünyalar, uzaylar filan... Hatta, Nixon’ın konuşma içeriği, Kennedy’den çok daha oturaklı ve ikna ediciydi.
Bilin bakalım ne oldu?
Tartışmayı radyodan dinleyenler için bir sürpriz olmadı. Nixon ne de güzel konuşmuştu ve kesin kazanacaktı. Televizyondan izleyenlerse, şoktaydı. Yeni başkan, Kennedy mi olacaktı?
Ertesi gün, Amerika’da ortalık karıştı, anketler altüst oldu.
Medyadaki görüntünün gücünü anlayan danışmanları, sonraki üç tartışma programında Nixon’a koyu renk takım elbise giydirdiler, makyaj yaptılar, terlemesin diye pudralar sürdüler, kilo aldırmak için “milkshake diyeti” bile yaptırdılar ama sonuç değişmedi.
Televizyon, Kennedy’i başkan yaptırdı.
Yıllar sonra, Nixon “Bir görüntünün, bin sözcüğe bedel olduğunu bilmeliydim.” diyerek, televizyonda birlikte görünme işinin, başına nasıl bela olduğunu, tane tane anlattı. “Onunla yan yana televizyona çıkmasaydım, kazanırdım.” dedi.
Kennedy ve Nixon’ın bu televizyon kapışmaları, imajın, medyada görünmenin ve medya gücünü elde tutmanın önemini; medyanın seçimleri ve seçmenleri nasıl da etkilediğini gösteren ilk örnek olarak kabul ediliyor.
Şüphesiz ki, Amerikan halkının, bu örnekten çıkardığı ya da çıkarması gereken dersler vardır.
Bizde durum farklı.
Bizde de seçim var ama bizim televizyonlarda hep görünen, pek görünmeyen ve hiç görünmeyen adaylar var. Medyanın sevdikleri ve sevmedikleri. Duydukları, duymadıkları, duysa da duyurmadıkları var.
Bu durumu, medyanın gücünün farkında olma ve bu gücü, tek elde tutmaya çalışma gibi sebeplerle açıklamak, haksızlık olur. (Haksızlığa da hiç gelemeyiz doğrusu.)
Bir cumhurbaşkanı adayının, seçim döneminde bir kısım medyada görünmesi için, “haber değeri” taşıyan bir şeyler yapması gerekir. Miting gibi, cezaevinde olmak gibi... Demek ki, yapılmıyor bunlar. Görünen o ki, herkes evinde oturuyor, sonra da medyaya kızıyor.
Muharrem İnce de geçenlerde bütün adaylarla televizyonda tartışma çağrısı yapmış. Sonra, Tayyip Erdoğan’a bu çağrıyı kabul edip etmeyeceği sorulmuş. O da “Özellikle televizyondaki tartışma olaylarına kesinlikle girmek istemiyorum. Çünkü üzerimizden kimsenin prim yapmasını istemiyoruz.” demiş.
Gördüğünüz gibi, bizde durum farklı.