Seçime giderken kadınlar siyasetin neresinde?

Toplumsal cinsiyet haklarının insan hakları olduğunu aklımızdan çıkarmadan, herkesi kapsayan ve hiç kimseyi geride bırakmayan bir söylem, bir siyaset ve nihayetinde bir toplum inşa etmek için ayrımcılığı şiar edinmiş zihniyetlerle mücadele kaçınılmaz. Bu seçim, toplumsal cinsiyeti bir ayrımcılık ölçütü olarak kullananlarla buna karşı duranlar arasında da bir seçim.

Aslıhan Aykaç aslihanaykac@gmail.com

Kadınlar siyasetin tam merkezinde! İktidar kadınların mutaassıp, kahkaha atmayan ve sırasını bekleyen, iffetini koruyan ve rızkına razı, edilgen varlıklar olmasını istese de aslında kadınlar, sağduyu ve kimlik sahibi siyasi özneler olarak siyasetin içindeler ve daha eşitlikçi bir gelecek için mücadele ediyorlar. Güncel tartışmalardan ilerlemek gerekirse mesele sadece dini kurallara dayalı bir toplum düzeni hedefleyen Hüda-Par ile ya da kadınları koruyan yasaları pazarlık konusu yapan Yeniden Refah Partisi ile aynı çatı altında buluşmak değil; bundan çok daha fazlası var ve bütün bunlar yirmi yıl boyunca ilmek ilmek örülmüş, incecik elenip sımsıkı dokunmuş bir cinsiyetçiliğin, eril tahakkümün, yeni nesil ataerkinin bir ürünü. Seçim sürecinde bir kere daha kadın haklarının pazarlık konusu olması iktidarın siyasi geleneğinin bir parçası; bu geleneği daha iyi anlamak için de yirmi yılda dikkat çeken toplumsal cinsiyet eşitliğine yönelik politikalar ve söylemleri hatırlamak gerekiyor.

İNSAN HAKLARI BAĞLAMINDA KADIN HAKLARI

Kadın haklarının baskılanmasına yönelik tavır her şeyden önce iktidarın siyasi söyleminde keskin biçimlerde kendini gösterdi. “Kadın mıdır kız mıdır?”, “Bunlar çürük, bunlar sürtük.”, “Ben zaten kadın erkek eşitliğine inanmıyorum.” gibi söylemler, eşitsizliğin fıtrat olduğuna, kadının kariyerinin çocuk yapmak olduğuna yapılan vurgu, sürekli tekrar edilen üç çocuk öğüdü ve anneliğin kutsanması bu siyasi söylemin akla gelen ilk örnekleri. Kadından ve Aileden Sorumlu Devlet Bakanlığının adının Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı olarak değişmesi de kadın merkezli, kadını ailenin dışında da görebilen yaklaşımın yerine aile merkezli, kadını ailenin içine yerleştiren zihniyetin bir göstergesi. 

Kadın haklarına yönelik ilk hatırlanacak ve en önemli gelişmelerden biri Türkiye’nin İstanbul Sözleşmesi’nden çekilmesi oldu. İstanbul Sözleşmesi, kadınlara yönelik şiddetin farklı biçimlerini yasal olarak tanımlamanın yanı sıra, tüm bu farklı şiddet türleriyle mücadele etmek için gerekli yasal ve kurumsal araçları ve süreçleri saptıyor, bunların hayata geçirilmesinde uyulacak esaslar, kullanılacak kaynaklar ile devletin ve sivil toplumun sorumluluklarını da içeriyordu. Türkiye’nin sözleşmeden çekilmesi en genel ifadeyle iktidarın kadına yönelik şiddetle mücadeleden vazgeçmesi anlamına geliyor. Ancak Türkiye’nin İstanbul Sözleşmesi’nden çekilmesine varan süreci öncesindeki bazı gelişmelerle ve söylemlerle bir arada düşünmek, böylece iktidarın toplumsal cinsiyet eşitsizliği konusunda kendi içinde tutarlı, toplum içinse tehlikeli gidişatını doğru anlamak gerek. 

2012 yılında Sağlık Bakanı Recep Akdağ’ın “Bazen ‘Annenin başına kötü bir şey gelmişse ne olacak?’ deniyor. Gerekirse öyle bir bebeğe devlet bakar. Böyle bir yasa çıkarılıp da kürtajla ilgili daha ciddi kısıtlamalar getireceksek mutlaka onun yan tedbirlerini de almak durumdayız.” şeklindeki açıklamaları kürtaj ve tecavüz konusundaki çağdışı yaklaşımları açığa çıkardı. 2014 yılında Bülent Arınç’ın “Kadınsa o da iffetli olacak. Mahrem namahrem bilecek. Herkesin içerisinde kahkaha atmayacak, bütün hareketlerinde cazibedar olmayacak.” sözleri kadınların kamusal alandaki varlıklarına yönelik bir ikaz, neredeyse meydan okumaydı. 2018 yılında Adalet Bakanı Abdülhamit Gül’ün de dahil olduğu nafaka tartışmaları, kadınların evlilik ve aile içindeki şiddete karşı korumasız kalacaklarına dair bir işaretti. Bütün bunlar ve daha fazlası, iktidarın toplumsal cinsiyet konusundaki gericiliğinin, kadınların hem insan haklarını hem de yurttaşlık haklarını tanımadığının göstergesi. 

İstanbul Sözleşmesi’nden çekilmenin ötesinde son yirmi yılda cinsiyet eşitliğine dair gelişmelere baktığımızda birçok yapısal unsurda kayda değer değişiklikler gerçekleşmemiş, istatistiksel veriler makro düzeyde olumlu görülse bile alt bileşenlerine bakıldığında yapısal eşitsizlikler devam etmiştir. CEİD ve UNDP için Burça Kızılırmak, Emel Memiş ve Gülay Toksöz tarafından hazırlanan Türkiye’nin Toplumsal Cinsiyet Eşitliği Performansı 2000-2019 başlıklı raporda toplumsal cinsiyet eşitliği göstergeleri sağlık, eğitim ve gelir temelinde ayrıştırılarak değerlendirildiğinde kadınlara dair göstergelerin sağlık alanında erkeklere kıyasla kısmen daha iyi olmakla birlikte, eğitim ve gelir alanlarında eşitsizliklerin devam ettiği vurgulanmaktadır. Özellikle eğitim ve istihdam arasındaki tamamlayıcı ilişki düşünülürse, bu iki alandaki cinsiyet eşitsizliği kadınların daha eşitlikçi bir gelecek beklentisini baskılamış oluyor. 

EĞİTİMDE TOPLUMSAL CİNSİYET EŞİTSİZLİĞİ

Türkiye’nin Toplumsal Cinsiyet Eşitliği Performansı 2000-2019 raporuna göre son yirmi yılda yaşanan iki gelişme, zorunlu eğitimin önce 8 sonra da 12 yıla çıkması, kadınların okullaşma oranını ve okullaşma süresini artırarak olumlu bir etki yaratmıştır. Ancak niceliğin artması her zaman niteliğin artması anlamına gelmez. Burada da kız çocuklarının sıklıkla yalnızca kız çocuklarının okuduğu imam hatip liselerine yönlendirilmesi, eğitim fırsatlarında bölgesel farklılıklar, örneğin Doğu Anadolu ve Güneydoğu Anadolu bölgelerinde kız çocukların okullaşma oranının Türkiye genelinin altında olması, yoksulluktan kaynaklı eğitimden ayrılmanın yaygın bir durum olması aslında eğitim alanındaki cinsiyet eşitsizliklerinin devam ettiğini göstermektedir. Ayrıca Milli Eğitim Bakanlığı’nın toplumsal cinsiyet eşitliği temalı faaliyetleri sonlandırması da politika yaklaşımını gösteren bir başka örnektir. Ders kitaplarında cinsiyetçi söylemlerin ve geleneksel cinsiyete dayalı işbölümünü meşru gösteren içeriklerin varlığı da aslında iktidarın kadın hakları ve toplumsal cinsiyet eşitliği yönünde hareket etmediğini göstermektedir. Bu noktada sivil toplum girişimlerinin de yirmi yıllık süreçte nasıl geriye itildiğini hatırlamakta fayda var: 2003 yılında UNICEF ve MEB işbirliğinde başlatılan Haydi Kızlar Okula kampanyası, 2005 yılında MEB ve Aydın Doğan Vakfı ile birlikte yürütülen Baba Beni Okula Gönder kampanyası, 2000 yılında Turkcell ve ÇYDD ortaklığında başlatılan Kardelenler projesi, MEB’in Eğitime Yüzde Yüz Destek kampanyası 2000’li yılların başında eğitimdeki toplumsal cinsiyet eşitsizliğini bölgesel boyutuyla da ele alan ve azaltmaya çalışan girişimlerdi. Zamanla Milli Eğitim Bakanlığı eğitim politikalarındaki yetkisini Diyanet İşleri Başkanlığıyla paylaşmak zorunda kaldı, erken AKP dönemindeki projeler yerini cemaatler, Kuran kursları ve ilim yayma dernekleriyle yürütülen etkinliklere bıraktı. Bu ikinci yaklaşımda kız çocuklarının eğitimi bir amaç olmaktan çıkıp, zihinleri bulandıran araçlara dönüştü. Hafızlık icazet törenlerinde katılım rekorları kırıldı, dünya kız çocuklarının daha fazla STEM (Bilim, Teknoloji, Mühendislik ve Matematik) eğitimi almasına yoğunlaşırken, Türkiye bambaşka bir eğitim anlayışına savruldu. Bu dönüşüm eğitim alanıyla da sınırlı kalmadı, defalarca haberlere konu olan çocuk istismarı vakalarından en sonuncusu Hiranur Vakfı’nda altı yaşında bir kız çocuğunun tacizi ve zorla evlendirilmesiyle gündeme oturdu. 

KADIN EMEĞİNE YÖNELİK POLİTİKALAR

Türkiye kadın istihdamı konusunda son yirmi yılda kayda değer bir gelişme göstermedi. Kadınların işgücüne katılım oranı yüzde 32 seviyesinde hem dünyanın (yüzde 47) hem Avrupa Birliği ülkelerinin (yüzde 51) hem de OECD ülkelerinin (yüzde 52) oldukça gerisinde. İktidar kadın istihdamını destekleyecek politikalar yerine kadınlara isteğe bağlı emeklilik, doğum borçlanması gibi seçeneklerle emeklilik imkânı sunarak çalışmayı değil, çalışmadan sosyal hakları ulaşmayı vaat ediyor. Oysa birçok kadın bu tür seçeneklerden faydalanmak için dahi eşlerinin ya da babalarının gelirlerine muhtaç oluyor. İkinci olarak eğitimde ve istihdamda yer almayan genç nüfusa baktığımızda, 2021 yılı verilerine göre 15-19 yaş aralığındaki genç insanlarda erkeklerin yüzde 13, kadınların ise yüzde 21 kadarı eğitim ve istihdamın dışında kalıyor. Aynı oran 20-24 yaş aralığında erkeklerin yüzde 23, kadınların yüzde 44 kadarını kapsıyor. Yani genç kadınlarımız üniversitede lisans veya önlisans eğitimini tamamlasa bile ya eğitimine devam edemiyor ya da çalışamıyor. Kadın istihdamına yönelik politika eksikliği en fazla genç kadınları etkiliyor. Yeniden Refah Partisi’nin pazarlık konusu yaptığı 6284 sayılı kanun da asıl bu bağlamda önem kazanıyor. Ekonomik faaliyetleri sınırlı olduğu için haneye mahkûm olan kadınların aile içi şiddete karşı korunmaması, sorunun sadece ekonomik değil sosyal bir boyutu da olduğunu gösteriyor. Bu sosyal boyutu, ekonomi üzerinden geleneğin yeniden inşasını gösteren bir başka mesele de iktidarın dayanışma pratiklerini, kadın kooperatiflerini ve diğer kadın örgütlerini kullanarak kadınları kendi kültürel hegemonyasıyla uyumlu ekonomik faaliyetlere hapsetmesi. Kuşkusuz bunu bütün kadın kooperatifleri için söylemek mümkün değil, kadınların kendi emekleriyle ve çabalarıyla kurduğu çok güçlü örnekler de var. Ama bunun yanı sıra, sıklıkla yerel yönetimler aracılığıyla kurulan ve hane içindeki cinsiyete dayalı işbölümüne paralel olarak kurgulanan girişimler kadınları güçlendirmiyor, belli bir modelin içine hapsediyor. Bütün bu nedenlerle kadınlar için ekonomik özgürlük ve kendi ayakları üzerinde durma yine uzak bir hedef olarak kalıyor. 

SON DURUM: SEÇİMLER VE KADINLAR

Toplumsal cinsiyet eşitsizliğine dair sorunlar bunlarla sınırlı değil. Kadın yoksulluğu, haneye dayalı işbölümü içinde kadınların görünmeyen emeği ile artan yükü, emek piyasasındaki eşitsizlikler, ayrımcı pratikler üzerinden yürüyen piyasa tahakkümü bu eşitsizliğin başka biçimleri. Bunun yanı sıra kadınların siyasete katılımındaki düşük oranlar, siyasete katılan kadınların belli davranış kalıplarına sıkışmasına neden olan baskıcı yapılar, parti siyaseti içinde kadın temsilinin öncelenen bir hedef olmaması siyasi alandaki sorunlar. Toplumsal cinsiyet eşitliği siyasetin merkezine alınmadığı gibi, kadın siyasetçiler de çoğu zaman erkeklere denk özneler olarak görülmüyor. Son olarak Özlem Zengin’in kendi partisinde karşılaştığı tavır da bunu gösteriyor. 

Toplumsal cinsiyet haklarının insan hakları olduğunu aklımızdan çıkarmadan, herkesi kapsayan ve hiç kimseyi geride bırakmayan bir söylem, bir siyaset ve nihayetinde bir toplum inşa etmek için ayrımcılığı şiar edinmiş zihniyetlerle mücadele kaçınılmaz. Bu seçim, toplumsal cinsiyeti bir ayrımcılık ölçütü olarak kullananlarla buna karşı duranlar arasında da bir seçim. Kadınların hanede, işte ve kamusal alanda bağımsız birer aktör olarak görülmesi, ancak ve ancak onlar için belirlenmiş alanlarda onlara biçilmiş rolleri karşılamalarını bekleyen hâkim anlayışın yıkılmasıyla mümkün.

Tüm yazılarını göster