Seçime odaklı bir siyasi lider olarak Erdoğan
Erdoğan'ın yaptığı her hamlenin, politik olarak attığı her adımın bir sonraki hamle ya da adıma hazırlık olduğunu unutmamak lazım...
Sedat Bozkurt*
Türkiye’de bir siyasi “deha” olarak hep Süleyman Demirel akla gelirdi. Bu unvana sahip olmasının kökeninde de 6 defa gidip 7 defa gelmek yani 7 kez iktidar koltuğuna oturmak yatardı. Bu, kuşkusuz doğrudur. Bir muhtıraya, bir darbeye muhatap olmuş başbakandır kendisi. Bitti denilen yerlerde küllerinden yeniden doğan merkez sağ siyasetin hakkını veren bir siyasetçidir. Viskinin en iyisini içer, cuma namazlarını kaçırmazdı. Çobanlıkla başladığı hayat mücadelesinde Cumhurbaşkanlığı koltuğuna kadar yükseldi. Ve bunu Cumhuriyetin bir fazileti olarak adlandırmayı hiç ihmal etmedi. Siyasete bulaştınız mı ondan kolay kolay kurtulamıyorsunuz. Demirel’de de bunu gördük. Siyasi yasaklı döneminde, siyasette “bir bilen” olarak vardı Demirel. Cumhurbaşkanlığı görevi bittikten sonra evi kitlesel ziyaretler nedeniyle “merkez sağın türbesine” dönen bir siyasetçiydi. Bütün bunlara rağmen iktidar onun için hayati bir mesele olmadı. Muhalefeti de en az iktidar kadar sevdi ve çok keyif alarak, siyaset bilimi kürsüsünden ders anlatır gibi yaptı.
Gazete Duvar okurları hatırlayacaktır. Erdoğan siyasetini anlama kılavuzu ve yakın zamanda da normal şartlar altında Erdoğan’ın seçimi diye 2 ayrı yazı kaleme aldım. Erdoğan normal olmayan şartların siyasetçisidir. Kazandığı hiçbir seçim normal şartlar altında yapılmamıştır. Yazıda bunun detayları var.
Erdoğan seçim odaklı bir siyasi lider. Algoritması da hep seçim kazanmaya yöneliktir. Bunun örneklerini son 20 yılın seçimlerinde ve referandumlarında gördük. 7 Haziran, 1 Kasım 2015 seçimleri bu algoritmasına gerekmesi halinde neler sığdırabileceğini de bizlere göstermektedir. Yaptığı her hamlenin, politik olarak attığı her adımın bir sonraki hamle ya da adıma hazırlık olduğunu unutmamak lazım. Mesele o hamlelerin hiçbirinin AKP yöneticileri de dahil hiç kimse tarafından önceden bilinmemesi, tahmin bile edilememesidir. İçinde bulunulan koşullar ne kadar olumsuz olursa olsun AKP kadrolarının hep “reis ne yapar eder seçimi yine kazanır” umudunu muhafaza etmesinin nedeni de budur.
Erdoğan özellikle Cumhurbaşkanlığı Sistemi'ne geçildikten sonra siyasetini net bir biçimde devletle yapmaya başlamıştır. Partileşen devleti aşarak, politik olarak araçsallaşan bir devlettir söz konusu olan. Bu nedenle 2 genel başkanvekili bulunan AKP’ye ihtiyaç var mıdır, yok mudur tartışması anlamlıdır. Tek adam gücüne dayanarak atadığı valiler, kaymakamlar, mutlak siyasi bir tercihle orada bulundukları ve “sicil amirlerinin” aynı zamanda iktidar partisinin genel başkanı olması nedeniyle, siyaset alanına girmeyi meşru görmektedirler. CHP’nin Mersin Mitingi'ne katılım sayısını 21 bin 500 olarak açıklayan vali bunun son ve somut örneğidir. Bazı durumlarda mülki yönetim hiyerarşisinde AKP’nin il veya ilçe başkanı ile vali ve kaymakamın yerleri de tartışma konusu olmaktadır. Sadece yönetim anlamında değil, ihtiyaç halinde de devletin kurumları, Merkez Bankası, kamu bankaları siyaset yapma aracı olabiliyor. Bunların devlete çıkaracağı maliyet hesaplanmazken politik getirisine bakılıyor. Aynı biçimde iç siyasi tartışma ya da kutuplaşmanın bir anda öznesi TSK, ordu, Dışişleri ya da yargının kendisi veya bir kararı olabiliyor. Ve bunların hedefinde hep iç siyaset için bir hamle yapma çabası ya da bir niyet bulunduğu hemen ortaya çıkıyor. Uluslararası sözleşmeleri uygulamama, uluslararası yargı kararlarını tanımama, hatta bunlara karşı hukuki olmasa da kendi vatandaşını mağdur etse de hamleler yapma hep gündemindedir. Buradan bir kahramanlık öyküsü yaratarak kitlesine de kabul ettirebilmektedir. Buna ilk kez Erdoğan’da tanıklık ediyoruz. Eski Türkiye’de seçim zamanlarında kamuya ait araçların, başbakan dahil kullanılması ciddi bir sıkıntı yaratırdı ve muhalefetin sert eleştirilerine, seçmenin tepkisine uğramamak için özel araçlar kullanılırdı. Ne kadar masum geldiğinin farkındayım bu ihlalin, bugünün tablosunda.
Erdoğan döneminde medyada da ilkler yaşadık. Yandaş ile yetinilmedi medyanın çoğunluğunun mülkiyetine sahip olundu. Kamu bankalarından verilen krediler ile alınan medya gruplarının da sahibinin bizzat iktidar yani Erdoğan olduğunu da atlamamak gerekir. Eski Türkiye’de sermayenin temsilcisi merkez sağ partiler arasında da ikiye ayrılırdı medya. Bir kısmı yandaş olurken diğer kısmı muhalefette kalırdı. Ve her türlü koşul altında gazeteciler soru sorar, başbakanlar, bakanlar hangi tarafta olduğuna bakmadan gazetecilerin karşısına çıkar, sorularına yanıt verirlerdi. Şimdiki basın toplantıları konferans olmanın ötesinde, iktidarın kontrolündeki medya gruplarının muhabirlerinin yazılı olarak ellerine verilen soruları seslendirdikleri yerler olmaya başladı. Yani oradan gelecek ve muhtemelen olumlu olacak soru bile risk taşımaktadır. Bu çok dramatiktir.
Elindeki medya gücü ve devlet aygıtı ile yavaş yavaş, sindire sindire bir seçmen kitlesi yarattı kendisine Erdoğan. Bugün sokaklarda hepimizin garip karşıladığı ama özgüven içinde verdiği cevaplarla kendisini mutlak haklı gören, “cep telefonunu göster” ya da “sen gaz kuyruklarını hatırlıyor musun” modelleri bu sürecin ürünüdür ve sayılarının çokluğu da en az bulundukları ruh hali kadar şaşırtıcıdır. Bu kitle karşısında Erdoğan her koşul altında açık hava sinemalarının her hareketi alkışlanan Bizans’a karşı tek başına zaferden zafere koşan Tarkan’ıdır. İsrail’e posta koyar, bu kitle alkışlar, “İsrail ile dostuz daha iyi ilişki kuracağız” der bu kitleden yine alkış alır. Birleşik Arap Emirlikleri’ni suçlar, Mısır’ın yönetimini sert eleştirir, Suudi Arabistan’a çatar alkışlanır, kısa bir süre sonra bu 3 ülke ile ilgili olumlu açıklamalar yapar yine alkışlanır. Almanya, ABD ve Fransa bu rutinin değişmez ülkeleridir Yunanistan ile birlikte. Kimse de bilmez ve sormaz “niye kızdık niye tekrar arkadaş olduk diye?” İşin garip tarafı, bu gelgitler o kadar çok olur ki, muhalefet bile bunu sorgulamayı bir süre sonra anlamsız bulmaya başlar, kamuoyu da aşınma nedeniyle bütün bunlara sıradan muamelesi yapar.
Erdoğan’ın siyaset yapacağı kitleyi tanıması için geniş saha çalışmalarının bilimsel sonuçlarına ihtiyacı yoktur. O kitlenin tekil örneği olduğun için verecekleri tepkiyi, kabul ya da itirazı çok net tahmin eder. Bu önemli.
Erdoğan’ın son dönem yaptığı hamlelerin hepsinin seçmenlerinin kitlesel olarak kopmasına önlem amaçlı olduğunu düşünenlerdenim. Örneğin döviz kararı. Burada döviz kontrollü olarak yükseltildi, kontrollü olarak düşürüldü. Bir hamle ile gizli bir devalüasyon yapılarak bir amaca ulaşılırken, bozulan ekonomiyi yeniden sadece Erdoğan’ın düzeltebileceği algısının fragmanı da gösterilmiş oldu. Bunun uzun metrajlı filmini göremeyeceğimizi de not edelim. Burada kitle yine sahne aldı ve 8 liradan 18 liraya çıkan, sonra da 12 liraya düşen dolar için kutlamalar yaptı, halaylar çekti. Oysaki yüzde 50 fakirleşmişlerdi bu arada. Ama mesele o değildi.
Üzerinden çok uzun zaman geçmedi, 17/25 Aralık 2013’ü hatırlayalım. Devlet aygıtını kullanan iki ayrı yapının mücadelesini, bir Netflix dizisi gibi izledik. Ses kayıtları, paralar, para sayma makineleri falan, olmayan hiçbir şey yoktu. Sonuçta devletin direksiyonunda olan siyasi yapı, kendi tercihi ile oluşan bürokratik yapıyı etkisiz hale getirdi. O yapının cemaat bağlantısı o makamlara gelene kadar olumluydu ama bu operasyonda hükümeti önüne hedef koyduğu için bir anda tehlikeli hale geldi. Motivasyonu din olan yapının devleti ele geçirmesinin sakıncalarını burada anlatmaya gerek yok. Tabii ki etkisiz hale getirilmeliydi. Ama mesele o yapının tasfiyesiyle bitmiyordu ki, ortada yargının denetlemesi gereken ve delillerle desteklenmiş pek çok iddia vardı. Erdoğan burada da bir hamle yaparak, istikrar sihirli sözcüğünün önüne devletin bekasını ekledi ve kendini “devleti savunan mağdur” haline getirdi, 3 ay sonraki yerel seçimlerden başarıyla çıktı. Operasyonu, niyeti farklı da olabilir, yapanlar dışında hiç kimse suçlu bulunmadı, soruşturulmadı, yargılanmadı. Burada da TBMM’deki çoğunluğunu, yargıdaki ve emniyetteki gücünü kullandı Erdoğan.
Erdoğan’ın “Allah’ın bir lütfu” haline getirdiği 15 Temmuz darbe girişimi meselesini de atlamamak lazım. Meselelerin, kavramların hemen siyasetine nasıl hizmet eder hale getirdiğinin de somut örnekleri bu süreçte mevcut. Popülizmine örneği de Cumartesi günü Gaziantep ’deki konuşmasında yaşadık. Pitbull cinsi köpeklerin saldırdığı küçük kız çocuğu bir anda Erdoğan siyasetinin öznesi oldu ve oradan “Beyaz Türkler” kategorisiyle sınıfsal bir algı yarattı. Çünkü bir ezber olarak beyaz yakalı Türkler, 70’lerin Yeşilçam filmlerinde evinde küçük köpek besleyen sevimsiz patronlardı ve geniş yoksul halk yığınlarının sevmediği tipti o. AKP seçmeninin yani.
Cevabı net olan soru belli, Erdoğan niye bu kadar zorluyor? İktidarda kalmak için. İktidar, Erdoğan ve arkadaşları için artık varlık yokluk meselesi. Bu nedenle dersini herkesten daha çok çalışıyor. Cumhurbaşkanı olmak istedi ama dengeler nedeniyle erteledi. İstemediği halde Abdullah Gül’ün cumhurbaşkanlığını kabul etti. Alan temizliği yapıldıktan sonra o koltuğa oturdu. Turgut Özal ve Süleyman Demirel örneğini iyi tahlil etti. Onlar gibi cumhurbaşkanı olur olmaz partisini kaybetmemek için hamle üzerine hamle yaptı. Söz vermesine karşın partiyi şekillendirirken Gül’ü devre dışı bıraktı. Biraz risk görünce Ahmet Davutoğlu’nu hemen tasfiye etti. Normal olmayan şartlar oluşunca da partili cumhurbaşkanlığı sistemini getirdi.
Muhtemelen atladığımız çok örnek vardır. Ama meseleyi ortaya koymak açısından bunların da yeterli olduğunu düşünüyorum. Siyasette rakibinizi tanımadan onunla mücadele edemezsiniz. “Dolar 18 TL’ye çıktı iktidar gidiyor” konforuyla muhalefet yaparsanız, dolar 11 TL’ye indiği zaman sizi sokaklarda halay çeken AKP’li seçmen kitlesi karşılar. Halen “bu kadar olumsuzluğa karşın iktidar bloğunun oyları neden dramatik düşmüyor” sorusu ortada durmaktadır. Bilinen tek gerçek, Erdoğan’ın seçim odaklı bir siyasi figür olduğu ve onu kazanmak için çok şey yapabileceğidir. Bu bilgi de aslında çok kıymetlidir.
* Gazeteci