Seçimler ve sonrası: 'Başkası'nın siyasetinde başkalaşan sol

Seçim akşamını organize edemeyen CHP, seçim akşamı "YSK önünde olacağını" vaat edip ortadan kaybolan İnce, rejim değişirken barajı aşmayı yeterli gören ve sevinen HDP, CHP ve HDP'ye akıl veren yazılar yazarak ana akımda görünür olmaya çalışan akademisyen güruhu, siyaseti mavi tıklı Twitter fenomenliğinden ibaret sayanlar, seçim sonuçları hakkında bolca yazsa da çizse de konuşsa da saçmalamaktan öteye gidememektedir.

Abone ol

Perihan Öncü*

Seçimler öyle ya da böyle tamamlandı. 24 Haziran akşamı yaşananlarla ve seçim sonuçlarıyla ilgili pek çok değerlendirme yapıldı. Değerlendirmelerin büyük kısmı, solun (sol ifadesini elbette sadece sosyalistler için kullanıyoruz) önemli bir bölümünde kafaların ne kadar karışık olduğunu ve bu kafa karışıklığıyla hiçbir yere varılamayacağını gösterdi. Analiz diye ortaya saçılan yazıların çoğu, deyim yerindeyse, sade suya tiritten öteye geçemedi.

Seçimlere katılan tüm partiler ve bunları destekleyen tüm siyasi yapılar, peş peşe “zafer” veya “başarı” ilan ettiler. “Başarı”yı tıpkı AKP ve MHP’nin yaptığı gibi kimi illerde sokaklarda kutlayan HDP, barajı aşmanın getirdiği “zafer”i selamlamaktan geri durmadı. Ne var ki seçim başarısı, Türkiye sağına aittir! AKP ve MHP dışında, sağın farklı kanatlarını temsil eden İYİ Parti ve Saadet Partisi de meclise girmiştir. En önemlisi de, seçimleri aşan bir AKP “zafer”i bulunmaktadır. “Zafer” ve “başarı” nidaları aslında solun büyüyen açmazlarını, yenilgisini örtmekten başka bir işe yaramamaktadır.

Bu yüzden, bizce önemli görünen, Türkiye’de sağın nasıl olup da “köpeksiz köyde değneksiz gezebildiğinin” sorgulanmasıdır. Solun düzen içi muhalefete destek çıkmayı kendi bağımsız hattını izlemeye tercih etmesinin de, tam da bu rahatlıkta payı bulunmaktadır.

Bu bağlamda, solun açmazlarını birkaç başlıkta sıralayabiliriz. Bunlar, daha önceki yazımızda (1) dile getirmiş bulunduğumuz sosyal demokrasi ve radikal demokrasi yedeklenmesinin “olağan” ve kaçınılmaz sonuçlarıdır. Bahsi geçen açmazlardan bazıları sosyalist siyasetin yapısal sorunlarıdır; strateji belirleme aşamasında kolay yolu tercih etmeyle ilgilidir. Solun toplumla ve emekçilerle doğrudan iletişime geçebileceği sendika gibi kanalları dar örgüt refleksleriyle ve gündelik kolaycılıkla heba etmesi de açmazlardan bir başkasıdır. Tüm açmazların buluştuğu nokta, seyirci pozisyonunda kalan, sosyal medya ve basın açıklamasına sıkışmış takvim solculuğunun varlığıdır. Kimisi için dar gruplar içindeki yerlerini sağlamlaştırmak yeterli olsa da, Marksist devrimciler için bunun kabul edilemezliği -sanırız ki- açıktır. Öyleyse, yukarıda belirttiğimiz açmazları başlıklar halinde ortaya koymaya çalışalım...

İNCE'NİN RÜZGARINDAN KENDİNİ ALAMAMAK

Seçim sürecindeki açmazlardan ilki, içerisinde sol-liberallerin ve solcuların olduğu Demokrasi İçin Birlik platformu gibi yapılarca Abdullah Gül’e razı edilmeye çalışılan muhalefetin CHP’nin Muharrem İnce’yi çıkarmasıyla aldığı “nefes”tir. Nefesin verdiği rahatlama kısa olsa da İnce’nin adaylığına yüklenen aşırı anlam açmazın büyüklüğünü ortaya koymuştur.

İnce, adaylık kampanyasını yürüttüğü dönemde halkın önemli bir kesimine kendisini kabul ettirdi. Bunu mümkün kılan ilk neden, Kılıçdaroğlu gibi pasif bir siyasi figürün olduğu ve Erdoğan’ı zorlayacak bir başka seçeneğin olmadığı yerde, halkı “alternatif” olabileceği konusunda ikna etmesidir. Halk, devletin bütün aygıtlarını ele geçirmiş bulunan AKP’nin seçimle yenilemeyeceğini sezgisel olarak hissetmiş olsa da (örneğin seçim güvenliği tartışmaları bunun emarelerinden birisidir), İnce’ye inanmak istedi. İnanmak, kitleleri harekete geçiren, mitingleri milyonlara ulaştıran en büyük etkendir.

(Bu arada halkın önemli bir kesiminde “Meclis için HDP, Cumhurbaşkanlığı için İnce” söylemiyle geniş bir konsensüs zemini oluşturulduğu da burada not edilmelidir. Zeminin tek ortak noktası, Erdoğan’a karşı en güçlü aday “ilkesi” olduğundan ötürü, HDP'li seçmenlerin de bir kesimi İnce’ye oy vermiştir. Bunun en önemli ifadesi, “Bir oy HDP’ye, bir oy Demirtaş’a” kampanyasına karşılık Demirtaş’ın HDP’den daha az oy almasıdır.)

Bu inanç, seçimde öyle bir noktaya erişmişti ki, İnce destekçileri arasında örgütlü ve örgütsüz sosyalistler bile bulunmaktaydı. İnce’yi destekleyen sosyalistlerin bir bölümü, siyaseten atıl hale gelmiş ve CHP’ye çoktan bütünüyle kendini kaptırmış kişiler ve kurumlardı. Bunların öne çıkanları için, bilhassa eski sağcı ve liberal müstakil isimlerin desteğiyle CHP’den milletvekilliği kapma hayalleri söz konusuydu…

Diğer bölümü ise “rüzgara kapılanlar” ve “rüzgar yaratma” şeklinde bir motivasyonla harekete geçenlerdi. Rüzgâra kapılmış sosyalistlerin kendilerince masum gerekçeleri olduğu sonucuna varılabilir. Ancak masum gerekçeler, 25 Haziran günü adeta başkalaşım geçirmişçesine (Demirtaş’ın özgürlüğü konusundaki anlaşılmaz tepkisi buna bir örnektir) halkın karşısına çıkan ve özellikle malum Yenikapı mitinginden beri CHP’nin sürdürdüğü siyasetin ötesine söylem dışında (siz halkı daha iyi aldatmak olarak okuyun) geçemeyen bir siyasete ortak olunduğu gerçeğini değiştirmemektedir. Örneğin İnce’nin rüzgârına kapılan TKP 1920’nin “şartlı destek”i de niyetten bağımsız da olsa bu ortaklığın bir parçası olmuştur.

“Rüzgar yaratma” diğer saydıklarımıza nazaran elle tutulur bir strateji kabul edilebilirdi ama temel/stratejik eksikleri olduğu için yedeklenme havasından öteye geçemedi. CHP’nin Adalet Yürüyüşü’nde ortaya çıkan direnç dalgası, bizzat CHP tarafından Adalet Kurultayı ile söndürülmüştü. Bu durumu unutan ya da unutmayı seçenler, bu sefer İnce’nin kendisini aşan adaylığı etrafında ortaya çıkan direnç dalgasından siyaset üretmeye çalıştılar. Tabii bu da yine Adalet Yürüyüşü’nde olduğu gibi bizzat İnce ve CHP tarafından söndürüldü ve soğuruldu. CHP’nin siyaseti düzen içinde tutma hamlesini görmeden İnce’nin rüzgarından yeni bir rüzgar yaratma çabası bu nedenle hiçbir zaman sonuç vermeyecekti ve vermedi. Bizzat seçim koşullarının -sonuçları değiştirmiyor diye- olduğu gibi kabul edilmesi bile bunu söylemek için başlı başına yeterlidir. “Oy çalındı ama sonucu değiştirecek kadar çalınmadı” ne demektir? Bu, malumun ilanıdır: Burjuva siyaseti zaten işlememektedir. Siyasi katılımı yalnızca seçim dönemlerinde verilecek oylarla sınırlayan bu anlayış, onun doğru düzgün yürütülmesiyle bile ilgilenmemektedir. Bir başka ifadeyle öyle ya da böyle CHP içi siyaseti destekleyen sosyalistler gönüllü figüranlık yaptıkları gibi, kendilerini bulundukları konuma getiren insanları da figüranlığa mahkûm etmişlerdir.

İnce’nin rüzgarının sahte olduğu seçim sonuçlarını hemen kabullenmesinden, YSK önünde avukatlarla çıkarma yapma iddiasının blöf olmasından ve adını siyasette duyuran olayın unutularak CHP içinde pozisyon kapma savaşına girmesinden de anlaşılabilir. Belli ki bir “B Planı” bulunmaktaydı, o da CHP yönetimini almaktı (bütün hesap yalnızca bu değilse tabii). Bu amaçla destekçilerini elinde tutmak için hemen #YürüÖnümüzden kampanyasını başlattı. Kampanyasını seçim sonrası mitingleri ve ziyaretleriyle de güçlendirdi. Amacı, tabandan bir baskıyla Kılıçdaroğlu’nun çekilmesini sağlamaktı. Bir noktadan sonra CHP’den daha fazla oy aldığını ve hem parti içinden hem de dışından desteklendiğini dillendirmeye başladı ve sonrasında Kılıçdaroğlu’na “kibarca” çekilmesini söyledi. Ancak Kılıçdaroğlu ve destekçileri çekilmek gibi bir niyetlerinin olmadığını sert bir biçimde açıklamayı tercih ettiler. Kılıçdaroğlu’nun neden iktidarda bu kadar ısrar ettiği de böylece bir tartışma konusu haline geldi.

Kılıçdaroğlu’nun ısrarının nedeni elbette ki CHP içindeki çıkar çatışmalarına bağlıdır. CHP içindeki çıkar çatışmaları yazının esas konusunu oluşturmadığından, konu üstünde daha fazla durmayacağız. Fakat konunun nesnesine işaret etmek bakımından, özellikle İstanbul’daki belediyelerin rütbeleri yüksek makamları önündeki takım elbiseli müteahhitlere bakmak gerektiği dile getirilebilir. İnce’nin bu kimselerle bir sorunu olup olmadığı da sorgulanmalıdır şüphesiz. İnce, malum kişilerle hiçbir sorunu olmadığını “yapıcı” bir öneride bulunarak gösterdi. Bu yapıcı öneri, Kılıçdaroğlu’na onursal başkanlık teklifidir. Kılıçdaroğlu’na yapılan teklif, pek çok kimsenin sandığı gibi sembolik bir teklif değildir. İnce, önerisiyle, hâlihazırdaki sistemden yararlananların “mağdur” edilmeyeceğinin işaretini vermektedir.

İnce’nin #YürüÖnümüzden kampanyasının amacı, CHP’de istediği yönetim değişikliğinin fazlası değildir. Buna karşın hâlâ sosyalistlerin bir bölümü İnce’nin kampanyasına alet olmayı sürdürmektedir. Farklı gerekçeleri olsa da, gerekçeler neticeyi değiştirmemektedir. Bir kesim “ekmeğinin peşinde” iken, bir başka kesim de seçim öncesi kapıldığı umudu, hayal kırıklığına tercih ederek, kendini yolculuğun sürdüğüne inandırmaya çalışmaktadır. Yolculuğun yeni rotası ise şüphesiz yerel seçimlerdir.

Bu yapılar seçimler arasında devrim, seçim dönemlerinde de “sağ sapma” ile yollarına devam etmektedirler. İşçi sınıfının kapitalizmi beğenmesinin yolunu açmaya ama bunu yaparken de sosyalist mücadele adına hareket ediyor gibi görünmeye devam edeceklerdir. Bağımsız sosyalist bir hattan ilerlemeyi amaçlayanların burada yapması gereken, “bu yolun onlara yol olmadığını” ve “bu huyun onlara huy olmadığını” rüzgâra kapılan sosyalistlerin yüzüne vurmaktır.

HDP'NİN KANATLARI ALTINDA

Bir kesim sosyalist -ne eksik ne fazla- HDP’nin sunduğu imkânlar ve partinin kanatları altında meclise girdi. Bu dönemde adaylık-vekillik ilişkisi HDP’nin sunduğu sınırlarda gerçekleştiği için partinin eylemleri de sosyalist vekiller açısından bağlayıcılık taşıdı. Radikal demokrasi rüzgârında “sınıf” unutuldu. Bunun en iyi kanıtı, seçim sürecindeki söylemlerdir. Söylemlerde, birkaç istisna dışında klasik liberal ilkelerin ancak çok az üstüne çıkıldı. Söylenenler, başlı başına bir eleştiri konusudur ve bir önceki polemik yazısında (bkz. Dipnot 1) bunlara bir miktar değinmiştik. Şimdi ise, söylenmeyenler üstünden önümüzdeki günlere ilişkin kimi belirlemeler yapmanın zamanıdır.

Bu “bir kesim sosyalist”, seçim süreci boyunca (başka bir konjonktürde kesinlikle en sert şekilde eleştirecekleri) bazı durumlara maalesef gözlerini kapamışlardır. Akla gelecek ilk örnek, HDP’nin TÜSİAD ziyaretidir. TÜSİAD ziyareti, öyle asla alelade bir ziyaret değildi. Her ne kadar “nezaket ziyareti” dense de, bilinir ki siyaset “nezaket”e değil ekonominin dolayımladığı siyasi güç ilişkilerine dayanır. Bu ziyaret, açıkçası, HDP’nin sermaye için bir tehlike oluşturmadığını ifade etmesinin bir yoluydu.

Hemen burada birkaç soru soralım: Bugün Türkiye’de her ne olduysa, oluyorsa ve olacaksa, tüm bunların bir yerinde TÜSİAD imzası olduğu doğru mudur, değil midir? Buna “bölge”de yaşananlar da dâhil midir, değil midir? Bu soruların yanıtları hepimiz tarafından bilindiğine göre, hakikaten bu ziyareti bir “nezaket ziyareti” olarak mı kabul etmeliyiz? Dilerse “bir kesim sosyalist” bunu böyle görebilir. Hâlihazırda ziyarete de, ona ilişkin eleştirilere de sessiz kaldıklarına bakılırsa bu konuya girmemeyi tercih etmektedirler.

Birkaç belirleme yapıp öyle ilerleyelim: “Birlik” ve benzeri durumlar söz konusu olduğunda, siyasi hareketler arasındaki asimetrik ilişki sadece nicelik ölçütüne indirgenebilecek bir durum değildir. Asimetrinin ideolojik boyutu da bu ilişkinin bir parçasıdır. HDP’nin esas bileşeni ve omurgası Kürt Hareketi, nicelik ve imkân bakımından diğer hareketlere göre daha güçlüdür ve belirleyici pozisyondadır. Bunun yarattığı baskıyla, bünyesindeki sosyalistlerin bağımsız siyaset yürütemedikleri oranda, sürecin kendi doğallığı içerisinde ideolojik olarak bastırıldıkları ve eridikleri görülmektedir. Ortada birbirine zıt iki ideoloji bulunmaktadır. Bu ideolojilerden biri, toplumsal üretim ilişkilerini büsbütün değiştirmeyi amaçlayan bilimsel sosyalizm ve diğeri "işçi-patron kardeştir"den çok uzak olmayan, TÜSİAD ile el sıkışmaktan beis duymayan, sınıfı ikincil kılarak kimliği merkez alan radikal demokrasidir. 7 Haziran seçimleri zamanında yine sosyalist bir yapıdan HDP’ye dâhil olan Figen Yüksekdağ’ın neşeyle sıktığı TÜSİAD elini, bu sefer sözde sol ama özde sol-liberal Sezai Temelli sıkmıştır. Bu ikinci el sıkma, malum hareketler üstünde hâlihazırda bir baskı unsurudur ve TÜSİAD ziyareti bunun iyi örneklerinden birisidir.

Türkiye’nin en büyük sermaye örgütüyle HDP arasındaki ilişkiyi isimler üzerinden örneklendirebiliriz. HDP Hatay milletvekili Barış Atay’ın HDP ile ilişki kurmadan çok önce TÜSİAD eski Başkanı Ümit Boyner ile girdiği polemik hatırlanacaktır. Dün TÜSİAD’ı eleştirmekten çekinmeyen Atay, bugün TÜSİAD ziyaretinde sessiz kalmayı tercih etmiştir (ya da milletvekilliği süreci tweet atamayacak kadar yormuştur kendisini). Dün Yüksekdağ’ın ve partisi ESP’nin anti-kapitalist söylemlerine rağmen TÜSİAD konusundaki sessizliğini bugün HTKP/TİP adına Erkan Baş ve Barış Atay paylaşmıştır. Soma Davası'nın nihai kararından sonra ölen işçilerin ve ailelerinin hakkını arayacağını söyleyen Halkevi adına HDP’den milletvekili olan Oya Ersoy da HDP’nin sermayeye bakışı ve sermaye ile ilişkileri konusunda sessizdir…

Bunun başlıca nedeni parti içerisindeki politik hâkimiyetin sosyalistlerde olmaması (bu zaten olağan karşılanıyor ve aksi söylenmiyor), partinin gerektiğinde AKP ile ve sermaye ile masaya oturacak bir anlayışta olmasıdır. TÜSİAD konusundaki sessizlik hiç şüphe yoktur ki yarın anti-emperyalizm tartışmalarında görülecektir. Kuzey Suriye’de Kürt Hareketi’nin kontrolündeki yerlerde mantar gibi biten Amerikan üslerinden duyulmayan rahatsızlık, yarın Suriye halkına zarar vermeye başladığında yine parti içi dengeler adına sessizlikle karşılanacaktır. Bu “sessiz ortaklığın” kişilerin tercih ve arzularından kaynaklanmadığını, “yüksek siyaset”in cilveleri olduğunu bilmemiz bizi maalesef rahatlatmamaktadır.

Daha önce de belirtildiği gibi, söylemek gibi söylememek de siyasette önemli bir yere sahiptir ve tüm bu söylenmeyenlerde de söylenenler kadar “işçi unutulmuştur!”

HDP'nin barajı aşmasına yönelik oluşturulan argümantasyondan ve “işçinin unutulması”ndan, seçim sonuçları ve meclisin anlamsızlığının ortaya çıkmasıyla beraber dönülmüştür. Zira seçim çalışmaları boyunca tıpkı AKP’nin kendi dışındakileri kendisiyle tehdit etmesi gibi, HDP de bir siyasi şantaj biçimi olarak herkesi AKP ile tehdit etmiştir. “HDP meclise giremezse şöyle olur, böyle olur”; “HDP meclise girecek, özgürlükler gelecek” iddiaları bunun en bariz görünümüdür. Cidden, 25 Haziran’dan beri size de bir özgürlük geldi mi? Yoksa bunu yalnızca HDP’yi ölümüne destekleyen “sosyalistler” (burada HTKP/TİP kastedilmemektedir) mi hissetti de bu kadar seviniyorlar?

HDP bünyesindeki sosyalistler, sanırız bu durumun anlamsızlığını fark etmiş olacaklar ki, sol-liberal siyasetten ayrışıldığını ve “sosyalist” sıfatından uzaklaşılmadığını göstermek için "işçiler olmadan olmaz" şeklinde bir konuma çekilmeyi uygun görmüşlerdir. Bu nedenle, şimdilerde kendi mecralarında “sınıfa dönüş” yazılarıyla seçimlerdeki stratejik hatalarını unutturmaya çalışmaktadırlar.

Bilinir ki, stratejideki hatalar, taktikler aracılığıyla çözülemezler. Sınıf savaşımı için bu ilke özellikle geçerlidir. Kendi tabanındaki çözülüşü engellemek ve siyasal "başarı öyküsü"ne hızlı erişmek için varoluş sebebini parlamenter demokrasiye endeksleyen "sosyalistler"in, yerel seçimlerin ısıtıldığı bir yerde meclis fiyaskosundan ders almayacakları ve işçiyi yeniden unutmak zorunda kalacakları bellidir. Bir kurguyu andıran seçim koşullarında, yerel seçimlerde yine güçlü adaylar etrafında (CHP ve HDP’nin “İnce” veya “Şık” olmak gibi formüllerle) bir strateji geliştirmeleri muhtemeldir. Kendilerinin ne isteyip ne istemediğinden bağımsız, siyasal bilinçlerini şekillendiren koşullar (parlamentarizmden medet uman girdap) onları buraya kanalize edecektir.

İşçi sınıfına yönelik bir politika, dolaylı bir söylemin parçası değil, söylemini ve tabii kendi praksisini inşa eden, edebilen bir içeriğe sahip olmalıdır. Aksi durumda sınıftan ve dolayısıyla hareketin tabanından kopması kaçınılmazdır. Bunun sonucu ise politik açıdan merkezine, artık işçi sınıfını, işçi sınıfının örgütlenmesini ve sorunlarını değil, olsa olsa hareketin kadrolarına ilişkin meseleleri alma yolunda ilerlemektir (bunun HDP’deki en bariz örneği ESP’dir)…

Peki, bağımsız sosyalist hattın yerel seçimlere dair sözü ne olmalıdır? Eğer güçlü ve etkili bir boykot örgütlenemeyecek ise (ki bu imkan dâhilinde görünmemektedir), merkez siyasetinde sağ ve sol görünümlerine, bunların sosyal demokrasi ve radikal demokrasi ideolojilerine yedeklenmeden sosyalistler kendi adaylarını çıkarmalıdırlar.

***

İşçi sınıfının kendi örgütlerini var etmek için çabalamak, gerçek bir alternatif imkânı yaratmak, esas yapılması gerekendir…

Seçim akşamını organize edemeyen CHP, seçim akşamı "YSK önünde olacağını" vaat edip ortadan kaybolan İnce, rejim değişirken barajı aşmayı yeterli gören ve sevinen HDP, CHP ve HDP'ye akıl veren yazılar yazarak ana akımda görünür olmaya çalışan akademisyen güruhu, siyaseti mavi tıklı Twitter fenomenliğinden ibaret sayanlar, seçim sonuçları hakkında bolca yazsa da çizse de konuşsa da saçmalamaktan öteye gidememektedir. Özel ve tüzel kişilik olarak köşe başlarını tutan bu yapıların gerçekten bir şeyleri değiştirmek gibi bir amaçları yoktur. Solun böyle bir kısır döngüye ve açmaza girdiği yerde çare örgütlü işçi sınıfı mücadelesi ve bunun politik varyasyonlarıdır. Mayıs ayından bu yana seçimden önce ve sonra, OHAL koşullarında iş ve ekmek mücadelesi içinde direnişteki Flormar işçilerinin, Real işçilerinin ve nicesinin mücadelesi, azmi ve istikrarı kara deryalarda bir fener gibi ışıldamakta, yol göstermektedir. Seçim günlerinde adı sıkça anılan "dip dalgası" tam da Türkiye'nin farklı illerindeki işyerlerinde süren grevler, iş bırakmalar ve direnişlerdir. Bunu görmekten kaçınanlar, kitlelerin umudunu suistimal etmekten kaçınmayanlar sınıfı ve halkı satmaktadır…

Seçim dönemlerini siyasi tavrın merkezine koymak, seçim dönemleri dışında da yalnızca bildiriler yayımlamak ya da söyleşiler düzenlemek (bu da ne demekse) bir alternatif için yeterli değildir. Yeri gelmişken, şunu da belirtelim: Konuya dair daha önceki yazımızla ilgili “eleştiriler haklı (ya da haksız) ama ortada somut öneri yok, öyle boş boş konuşuyor” şeklinde kimi eleştiriler aldık. Bu “eleştiri”nin, bizzat somut eleştirileri engellemek için sıkça başvurulan bir oyunbazlık olduğunu biliyoruz: “Somut öneriniz yoksa susacaksınız, biz doğruyu biliriz!” Oysa, önceki yazımızda bizce gayet somut önerilerin ana hatlarını belirtmiştik. Ki bunlar söz konusu kişilerin kendi örgütlerinin içinden de gelen taleplerle örtüşmekteydi. Bunun bir kişiye yıkılmasının anlamsızlığını hatırlatıyor, bu tür önerilerin kolektif olarak zaten üretildiğini belirtmekle yetiniyoruz şu anda. Yine de sonraki yazılarımızda kendi görüşümüzü de paylaşacağımızı bildirelim. Ancak bunların neden köşe başlarını tutanların bireysel kararlarıyla örtüşmediğinde kabul görmediğini de sorgulayalım lütfen. Yazdıklarımız en azından bu sorgulamayı mümkün kılarsa bu bizim için -şimdilik- yeterlidir.​

(1) https://www.gazeteduvar.com.tr/forum/2018/06/26/solda-ayrisma-cagrisi/

*Hukuk Doktoru adayı, Trinity College Dublin