Siyasal hayata hareketlilik katan kurumsal süreçler son bir yılda dünya çapında bir durağanlık yaşıyor. Durağanlık etkisini Venezuela'dan İsrail'e, İspanya'dan Bolivya’ya kadar uzanan geniş bir coğrafyada hissettiriyor. Tüm bu ülkelerde yakın dönemlerde yapılan seçimler bir türlü kendisinden beklenen etkiyi uyandıramadı. Temsili demokrasilerde yenilenmenin temel aracı olan seçim şimdilerde eski gücünden çok şey yitirmiş gibi görünüyor. Ne seçim kazananlar oturması gereken koltuklara oturabiliyor ne de seçim kaybedenler oturduğu koltuktan kalkmak istiyor. Bazen seçimlerin dürüst yapılmadığı, bazen seçim güvenliğinin tam olmadığı, bazen de dış güçlerin müdahale ettiği gerekçe olarak ileri sürülüyor. İşte Türkiye’deki siyasi tıkanıklık ve özellikle kayyım meselesi de anlamını bu uluslararası ortam içinde buluyor. Seçim sonuçları şu veya bu şekilde yok sayan, “demokrasiyi savunmak” adına geliştirilmiş diğer otoriter çözümler arasına kendine bir yer buluyor.
Tabii “savunmak” sözcüğü, anlamların tersine döndüğü bu Orwellci dünyada, aslında sadece saldırganlığı gizlemenin bir aracı. Zira bir yandan seçimlerin sağladığı olanaklardan yararlanırken, diğer yandan seçimin demokratik içeriğini boşaltmanın, gerçek bir seçim imkanını kısıtlamanın en geçerli yolu bu. Dünyanın her yanında oy kullanan insanlar artık seçimlerin dürüstlüğü ve seçim güvenliği konusunda derin endişeler taşıyor. Şu an bile birçok kişi işlevini yitirmiş bir seçim sisteminde oy kullanmanın anlamını sorguluyor olabilir. Vatandaşlık görevini yapmış olan seçmenler umdukları değişimi seçim yoluyla elde edemeyince hayal kırıklığı ve şüphecilik yaygın ruh hali biçimine geliyor. Siyasete hakim olan bu ruh halini, takriben hepsi aynı sonuca ulaşan, popülizm, gayri liberal demokrasi veya otoriter muhafazakarlık gibi kavramlarla eleştirmeye çalışanlar var. Oysa temsili kurumların maruz kaldığı hızlı aşınmayı ve demokratik karar süreçlerinde açığa çıkan meşruiyet kaybını sadece bu çerçevede anlamak mümkün değil. Bugün söz konusu olan şey, halkın kendini idare etme ve yöneticilerini denetleme konusundaki imkanlarını kısıtlama yönündeki sürecinin, yani demokrasisizleşme eğiliminin şimdiki ana özgü bir tezahürüdür.
Kayyım atamalarıyla ilgili meseleyi de demokrasisizleşme sürecinin bir bileşeni olarak ele almanın, seçimlerde yaşanan işlevsizleşmeye dair bakış açımızı ziyadesiyle genişleteceği inancındayım. Çünkü demokrasilerde yaşanan meşruiyet kaybıyla ilgili sorunların özünü, önceden belirlenmiş seçenekleri seçmene sanki kendi tercihiymiş gibi dayatmak oluşturuyor. Periyodik seçimlerin yapıldığı bir yerde, hiçbir iktidar yönetilenlerin sadakatini veya itaatini her zaman cepte varsayamaz. Değişim imkanının açığa çıkardığı riski yönetmek ve bu yoldan siyasal dinamikleri kontrol altına almak önemli bir sorun meydana getirir. Seçimle ilgili bu sorunun, gelişmemiş demokrasilere özgü olmadığını, genele yayılan bir mesele olduğunu görebilmek bu bağlamda özel bir önem taşıyor. Bundan ötürü Morales’in seçimden sonra ülkeden ayrılmak zorunda bırakıldığı Bolivya örneği veya daha seçimin senesi dolmadan halkın büyük bir öfkeyle sokaklara döküldüğü Irak örneği üzerinde durmuyorum. Söz konusu tıkanıklık, Latin Amerika’da veya Afrika’da seçim dürüstlüğüyle ilgili tartışmalar üzerinden, Kuzey Amerika’da seçim sisteminin çağdışı olduğu gibisinden gerekçeler üzerinden, Avrupa’daysa mükerrer seçimler üzerinden etkilerini hissettiriyor.
Seçimlerde meydana gelen meşruiyet kaybının ilk örneği olarak ABD’yi ve Trump’ın seçilmesini ele almak istiyorum. Trump ABD’deki iki dereceli başkanlık seçimlerinin azizliği sonucunda, ona yaklaşık üç milyon oy fark atan Clinton’ı alt etmiş ve başkanlık koltuğuna oturmayı başarmıştı. Amerika’da önce ilk derece seçimlerinde “elektörler” belirleniyor, daha sonra bu ikinci seçmenlerin oluşturduğu Electoral College’ta başkanı belirleyecek olan ikinci seçim yapılıyor. Amerikalılar Electoral College’ı sebep olduğu temsil adaletsizliğinden ötürü çağdışı olmakla topa tuttuğu sırada, Trump’ın seçim sürecinde seçmenleri yönlendirmek üzere kullandığı gayrimeşru yollar da kamuoyuna yansımaya başlamıştı. İki etmen bir araya geldiğinde, Trump’ın başkanlıktan azledilmesi yönünde ciddi bir tartışmanın fitili de ateşlenmiş oldu. Eğer bu durum değişmezse, önümüzdeki seçimlerde de Trump’un yine "elektörler” marifetiyle seçilmesi kuvvetle muhtemel gözüküyor.
İkinci örnekse geçenlerde dördüncü genel seçimini yineleyen İspanya’yla ilgili. İspanya’da ortaya çıkan tablo, Fransa, Almanya ve İngiltere gibi ülkeler dahil, Avrupa’nın genel durumu açısından temsil edici bir örnek oluşturuyor. İspanya’da özellikle 2015 yılındaki seçimle siyasete istikrar kazandıran merkezi güçlerin parçalandığını, bunun yerine küçük partilerin ve aşırı eğilimlerin güç kazandığını görüyoruz. Şimdi yapılan genel seçimlerde de bu tablo değişmediği için sadece bir azınlık hükümeti kurulabildi ve sonuçta seçim, Katalanların ayrılma talebiyle ülkedeki artan kutuplaşmayı biraz daha tırmandırmaktan başka bir işe yaramadı. Bu gidişle İspanya’da yakın zamanda bir seçimin daha gerçekleşeceğini öngörebilmek için kahin olmaya gerek yok. Siyasi tıkanıklığın önünü açmak veya mevcut belirsizliği gidermek şöyle dursun, her seçimin daha sonra yapılacak bir tekrar seçimine gitmenin yolunu açması, önümüzdeki dönemde Avrupa’nın normali olacakmış gibi görünüyor. Mükerrer seçim, Brexit’ten İspanya seçimlerine kadar uzanan süreçte, seçmenin gerçek tercihlerini belirlemenin değil, “makul” olduğu düşünülen seçenekleri seçmene kabul ettirmenin aracı olarak öne çıkıyor.
Kanımca Türkiye’deki kayyım tartışmasının asıl anlamını da bu genel çerçeve içerisinde bulabiliyoruz. Yani Latin Amerika’da hükümet darbeleri, ABD’de sosyal medya manipülasyonları ve seçim teknisyenliği, Avrupa’da mükerrer seçimler yoluyla yapılan şey, bizde kayyım atama yoluyla yapılmaktadır. Çünkü sandığı bir fetiş düzeyinde savunan, seçime neredeyse kutsiyet atfeden bir siyasi hareket olan AKP’nin dramatik bir şekilde kayyıma tornistan etmesi bu uluslararası ortam içinde mümkün hale gelebilmiştir. Kayyım uygulaması, henüz “kırmızı kuvvet” olarak tanımlanmadıkları dönemlerde, Fethullahçılar tarafından etkin olarak kullanılan bir araçtı. Önemli şirketleri veya dernekleri, yönetime vesayet edecek bir kayyım atama yoluyla kendine bağlama, 17-25 Aralık sürecinden sonra AKP tarafından Fethullahçı şirketlere veya örgütlere karşı bir silah olarak döndürüldü ve etkili bir şekilde uygulanmaya başlandı. Fakat 2016 yılında Belediye Kanunu’nda yapılan bir değişiklikle yerel yönetimlere de kayyım atanması mümkün hale getirildi ve AKP kendisi açısından sıkıntılı ve çelişkili sayılabilecek trajik bir pozisyona sürüklenmiş oldu.
AKP’nin kayyım atamalarına gerekçe olarak, “seçilmiş olmak masumiyet göstermez” veya “seçmen cahil” gibi mazeretler ileri sürmesinin ardında yatan trajediyi görmek gerekiyor. Vesayetçilikten yakınan ve seçilmişlerin (yani kendilerinin) iktidarını güçlendirmek için yeni yollar açan AKP, ilerlediği yolun sonunda kayyımların vesayet edeceği belediyelerden medet umar hale gelmiştir. Tıpkı babasını öldürmemek için şehir şehir dolaşan Oidipus’un, tam bu davranışı yüzünden kendini baba katili olarak bulmasında olduğu gibi. Elbette biz AKP’nin kayyım uygulamasında trajik ısrarının nedenini kaderin kaçınılmazlığında değil, Türkiye'nin seçmen dinamikleri içinde aramayı daha makul buluyoruz. Zira kayyım seçim sonuçlarını yok saymanın ve seçmene seçenek dayatmanın tek yolu değil. Mesela 7 Haziran sonrasında ve İstanbul’daki yerel seçimlerden sonra mükerrer seçim yoluyla seçmen tercihlerini yönlendirme yoluna gidilebildi. Ama ilkinde başarılı olan uygulama ikincisinde başarılı olamadı. Bu sonuç açıkça gösteriyor ki seçmen motivasyonunun güçlü ve katılım oranlarının yüksek olduğu durumlarda mükerrer seçimler etkili olamamaktadır. Kayyım uygulamasının, istisnai durumlar hariç, HDP dışında bir gücü hedef almamasının açıklamasını bu çerçevede yapabileceğimiz inancındayım. Zira HDP ile seçmeni arasındaki bağlar çok güçlü olup, partinin seçmenlerini seferber edebilme gücü, İstanbul seçimlerinde görüldüğü üzere son derece yüksektir.
Sonuçta pedagojik ve vesayetçi bir disiplin aygıtı olarak kayyım Türkiye’de seçmenin iradesinin önüne bir sorun olarak çıkarılmış görünüyor. Bu sorun Türkiye’de barış ve emek güçlerinin taleplerini ve özgürlük mücadelesini betonlayan bir siyasal kilitlenme yaratmış durumda. Ama nasıl bu kilitlenmeyi mümkün kılan koşulları dünyadaki genel demokrasisizleşme eğiliminden bağımsız anlayamıyorsak, kilidin nasıl açılacağını da dünyadaki genel demokratikleşme eğiliminden ayrı düşünemeyiz. Şimdi bu otoriterleşme sürecine Sudan’da başlayan, Lübnan’a, Şili’ye sıçrayan, İran’da Hong Kong’ta yankısını bulan karşıt dalgadan gelen cevaba kulak kesilmemiz gerekiyor. Otoriterleşme eğilimine en mükemmel yanıtı, halkın kendini yönetme veya yönetenleri denetim altına almak adına başlattığı bu demokratikleşme dalgasında bulabiliriz. Demokrasi, şu veya kurumda taşlaşmış, şu veya bu tekrar prosedüründe ruhunu kaybetmiş bir rejim değildir; bu iki eğilim arasındaki karşılaşmada halkın kendini idare etmek için yarattığı imkanlar ve araçlar bütününe verilen addır.
Bunu anlamayan iktidarın trajedisine gelecek olursak. Oidipus, yaptığı kötülüklerden ötürü kendi gözlerini oymuştu. Oysa bizimkiler ellerinde çuvaldız, başkalarının gözünü oymakla meşgul. Bilmiyorum ama belki de bazen kadere de inanmak gerekiyor.