Sedat Anar: Ruhu bedene sokan müziktir

'Notaların Öyküsü' röportajlarımıza Sedat Anar ile devam ediyoruz. Sanatçı Sedat Anar ile müzikal yolculuğunu konuştuk.

Abone ol

Haden Öz

DUVAR - Müzisyen Sedat Anar, 1988 yılında Şanlıurfa Halfeti’de doğdu. Hacettepe Üniversitesi Tarih Bölümü’nü üçüncü sınıfta bırakan Anar, 2007 ve 2014 yılları arasında Ankara’da sokak müzisyenliği yaptı. Doğu müziğini ve başta santur olmak üzere doğu çalgılarını daha yakından tanımak ve öğrenmek için sık aralıklarla İran’a gitti. 2016 yılından beri İstanbul’da yaşayan ve müzik hayatına profesyonel olarak devam eden müzisyenin sekiz albümü bulunmaktadır.

Müzisyen Sedat Anar için müzik nedir, hayatına ne katıyor, onsuz bir hayat düşünebiliyor mu, bu salgın sürecinde hayatı nasıl etkilendi? İşte tüm bu sorulara yanıt aradık.

Sedat Anar

Dinlediğiniz veya söylediğiniz ilk şarkı neydi, ne hissetmiştiniz?

Halfeti’de söylenen bir türkü vardı. Eskiden Halfeti’de Ermeni köyleri varmış. Benim doğup büyüdüğüm köye beş kilometre uzaklıkta tehcir döneminde boşaltılmış Cibin adında bir Ermeni köyü vardı. Bu köyde otuza yakın Ermeni kız çocuğu aileleri tarafından güvendikleri ailelere teslim edilmiş. Bu kız çocukları içinde Meryem adlı biri evlilik çağına gelince bizim köyden bir genç ile evlenmiş. Kaynanasının sol gözü görmezmiş. Kör Elo derlermiş. Meryem, kaynanasından çok çekmiş. Meryem’i seven komşuları zamanla, söyledikleri tekerlemelerden bir türkü bestelemişler. Dedem de, ninem de, annem de bu türküyü yayık yaydıkları zaman söylerlerdi. Yakın zamanda kaydetmeyi düşünüyorum.

(Halfeti’de yayık kelimesi yerine yandık kelimesi kullanılır) Türkünün sözleri şöyleydi:

Kele Meryemo Meryemo

Yandık yayar Meryemo

Yağı yutan kör Elo

Yandık yayan Meryemo

Kele Meryemo Meryomo

Kaynanandır Kör Elo

Dert çektirir Kör Elo

Kele Meryemo Meryemo

Ne zaman müzikle uğraşmaya karar verdiniz?

Şanlıurfa’nın Halfeti ilçesine bağlı küçük bir köyde doğup büyüdüm. Üniversiteyi kazanana kadar, yani on yedi yaşıma kadar köyde yaşadım. Televizyon ile ilkokula başladığımda tanıştım. Maddi durumumuz kötü olduğu için babam zor da olsa bir televizyon aldı ama amcam engelli olduğu için aldığı Grundig marka televizyonu amcamların evine kurdurdu. Antep’te yayın yapan yerel bir kanalda, yanılmıyorsam Hisar TV’de, bağlama çalıp türkü söyleyen müzisyenleri gördüm. Her akşam amcamlara giderdim. Hiç unutmuyorum, “Dağlar Dağımdır Benim” türküsünü dinledim. Mest olmuştum. Ben de çalmayı istiyorum, dedim. Okula başlayınca Engin diye bir arkadaşım oldu. Evlerine gittim, babasından divan bağlama ile Mahzuni Şerif’ten Çeşm-i Siyahım türküsünü dinledim. Mest oldum ve çok sevindim. İlk kez saza o zaman dokundum. Babam Halfeti’den peynir alıp Adana’ya satmaya götürürdü. Bir yıl boyunca yalvardım. Bana bir saz almadı inatla. Sonra annem guatr ameliyatı olmak için Adana’ya gitmişti. Hasta haliyle babamı zor da olsa ikna edip bir cura alıp geldiler köye. Arkadaşım Engin’in babası da akort yapma konusunda yardım etti ama kamyonuyla yük taşıyıp aylarca gelmiyordu köye. Kendi kendime cura çalmasını öğrendim. Sonra şanslıydım, ilkokul dörtte Zuhal Karaosmanoğlu adında bir öğretmenim geldi, o da bağlama çalıyordu ve ondan da öğrendim. Dedemin şarkılarından sonra böyle başladı müzik hikayem.

Müzik yapmıyor olsaydınız ne yapardınız?

Müzik yapmıyor olsaydım hiç şüphesiz bir kitabevi açardım. Okumaya çok zaman ayırıyorum. Hatta müzikten fazla zaman ayırıyorum da diyebilirim. Yıllardır kitap topluyorum. Kitaplar evime sığmadığı için köyde de bir kütüphanem oldu. Özellikle şiir, roman ve öykü kitaplarını topluyorum. Hatta bana imzalanmış kitapları ve sahaflarda bulduğum bazı kitapların hikayelerini yazmaya başladım. Belki yakında bir kitap bile olur.

Keşke çalabilseydim, dediğiniz bir enstrüman var mı?

Sadece santur değil, perküsyon, gitar, bağlama, kopuz, lavta, tenbur gibi enstrümanları icra edebiliyorum. Kendi albümlerimde de bu sazları icra ediyorum. Ama nedense hep çello çalmak istedim. Hatta bir tane aldım, iki ay ders de aldım. Ama nedense bir türlü beceremedim. Parmaklarım uygun değil çello için. Santurun tınısı kadar bana büyülü geliyor sesi, çok seviyorum çello sesini. Son albümümde çello ile santur kayıtları yaptım. Murat Süngü Abi çalmıştı.

'MÜZİK OLMASA İNSANLAR NEYE SIĞINABİLİRLER Kİ?'

Müziksiz bir hayatı tarif edin desem...

Santurnâme adlı kitabımın başında şöyle bir şey anlatmıştım. Bir rivayete göre Allah, Adem’i yarattığında ruha “Adem’in vücuduna gir” diye emreder. Ruh vücuda girmeye korkar. Allah Cebrail’e “Cennetten koşneyi getir ve çal” diye emreder. Bu emir üzerine Cebrail cennetten alıp getirdiği koşneyi çalınca mest olan ruh bedene girer. Hatta Hattat Hamit Aytaç’ın “Ehl-i musikişinasların piri ya Hazreti Cebrail Aleyhisselam” diye bir istifi de var. Şimdi sorunuza şöyle cevap vereyim. Müziksiz bir hayat olmaz. Çünkü ruhu bile bedene sokan müziktir. Müzik olmasa insanlar neye sığınabilirler ki?

Kim ile, ölü veya sağ, aynı sahneyi paylaşmak isterdiniz?

Uzun zamandır üç bilge gezgin müzisyen hakkında araştırmalar yapıyorum. Araştırma yaptığım bu üç isimle hayatta olsalardı birlikte müzik yapmak isterdim, saatlerce müzik yapmak ve sohbet etmek isterdim. Bu üç isim şunlar: Gomidas Vardapet, Hazret İnayat Han ve Gurdjieff. Bu üç isim içinde Gurdjieff, enstrüman çalamıyordu, bestelerinin hepsini ıslıkla yapıyordu. Nota da bilmezmiş, yakın dostu piyanist Thomas Hartman notaya almış bestelerini. Düşünsenize Gurdjieff’in yanında olup onunla muhabbet edip ve ıslık çalarak yaptığı besteleri hemen santurla çalmak ne güzel olurdu.

Sizin belirlediğiniz 5 müzik eseri insanlıktan geriye kalsaydı, listeniz ne olurdu?

Tigran Hamasyan: Nor Tsakhig (yüzyıllar önce bestelenmiş bir eser ama Tigran Hamasyan ile Yerevan State Chamber Choir ekibiyle muhteşem icrası), Tanburi Cemil Bey: Şedaraban Saz Semaisi, Ali Şurgani Dede: Ey garip bülbül diyarın kandedir, Tara Jaff: Ey Yaren, Metin & Kemal Kahraman : Göç

'MUKTEDİRLER, KENDİLERİNE BENZEMEYEN BİR HALKI YOK ETMENİN MÜZİKTEN GEÇTİĞİNİ BİLİYORLAR'

Tarih boyunca muktedirlerin diğer sanat dalları gibi müzikle de sorunu olmuştur. Müzisyenler, şarkıcılar, şarkılar yasaklanmış, baskılara maruz kalmıştır. Sizce muktedirler neden müzikten korkuyorlar?

Müzik bir dili ve bir kültürü temsil eder. Konfüçyüs “Bir yeri tanımak istiyorsanız ilk önce müziğini dinleyin” demiş. Kaybolmaya yüz tutmuş dilleri en iyi şekilde müzikleri ile unutmayız. Türkiye’de yıllarca Kürtçe şarkı söylemek yasaklandı. İran’da caz müziği yasaklandı. Cumhuriyet döneminde Anadolu’da derleme yapanlar Kürtçe, Rumca, Ermenice, Gürcüce, Arapça birçok şarkıyı Türkçeleştirdiler. Daha birçok örnek var. Bence muktedirler, kendilerine benzemeyen bir halkı yok etmenin yolunun müzikten geçtiğini iyi biliyorlar. Bunun için ellerinden geleni yapıyorlar. Korkuyorlar çünkü.

.

'İNSANLAR DİNLEDİĞİ MÜZİKLERDE ARTIK SAMİMİYET ARIYOR'

Salgın genel olarak hayatınızı ve özel olarak müzik hayatınızı nasıl etkiledi?

Konserlerim iptal oldu. Üç buçuk ay köyde kaldım, yeni döndüm İstanbul’a. Sadece konserlerim değil, belgesel ve tiyatro müzikleri de yapıyordum, onlar da iptal oldu. Ben de “Ev Kayıtları” adı altında eşim Damla ve kardeşim Selahattin ile evde müzik yapıp bazen telefon ile bazen de kamerayla videolar çekip Youtube kanalıma yükledim. Çok güzel dönüşler aldım. Halen de her hafta bir eser paylaşmaya devam ediyorum. Mesela eşim ile evde tek kamera ile kaydettiğimiz “Gül müdür, bülbül müdür?” adlı bestem 130 bin defa dinlenilmiş. Bu kayıt kameranın mikrofonu ile alındı. İnsanlar artık samimiyet arıyor dinlediği müziklerde. Sanırım biz de, az da olsa başardık birkaç bestemizde.

'İYİ BİR ŞEY YAPTIĞINIZA İNANIYORSANIZ ÜRETTİĞİNİZ ESERLER DİNLEYİCİYE ULAŞIR'

Genelde internet, özelde sosyal medya sanatın birçok dalını olumlu veya olumsuz anlamda etkiledi. Sizce internetin müziğe en  olumlu ve en olumsuz etkisi nedir?

Benim yaptığım çalışmaları ve konser duyurularımı paylaştığım yer sosyal medya. Sponsorlu konserler yapmadığım için kendi reklamımı sosyal medya hesaplarımda yapıyorum, dinleyicilerime öyle ulaşıyorum. Tabii bunu yaparken bazı müzisyenler gibi para ile sayfamı sponsorlu yapmıyorum. İnsanların gözüne sokarak bakın bunu yapıyorum demek bana biraz saçma geliyor. İyi bir şey yaptığınıza inanıyorsanız ürettiğiniz eserler dinleyiciye muhakkak ulaşır zaten. Kalpten çıkan kalbe gider çünkü. Sosyal medyanın kötü tarafı şu: İnsanlar ısrarla sizin politik görüşünüzü belirtmenizi bekliyor. Sürekli birileri kavga ediyor. Sevginin olmadığı yerde savaş olur. Sevginin olduğu yerde ise barış olur. Sevgisiz bir yer bence sosyal medya.

Dinlediğiniz zaman "Ben bunu daha önce nasıl olur da dinlememişim" dediğiniz ‘geç’ keşifleriniz var mı?

Evet, mesela Talip Özkan gibi bir üstadla epey geç tanıştım. Muhteşem bir icracı. Bir Azeri ezgisi olan “Girdim Yarin Bahçesine” adlı eserin başında yapmış olduğu bağlama solosu her dinlediğimde beni benden alıyor. Bir de beş yıl önce Dostum Cansun Küçüktürk’ün sayesinde Şerif Muhittin Targan ile tanıştım. Besteleri ve icraları ile Doğu ve Batı arasında muhteşem bir yerde duruyor. Hayatı da çok ilginç. Merak eden dostlara Bilen Işıktaş’ın Bilgi Üniversitesi yayınlarından çıkan Şerif Muhittin Targan kitabını öneririm.

'SOKAK, DÜNYANIN EN GÜZEL SAHNESİ'

Son olarak hiç unutmayacağınız ve size "İyi ki de müzik yapıyorum" dedirten bir anınız var mı?

Sekiz yıla yakın bir süre Ankara sokaklarında müzik yaptım. Zabıtalardan çok çektik. Defalarca dayak yedim. Artık çok yorulmuştum. Sosyal medya hesaplarımda, sokakta müzik yapmayacağım, diye bir duyuru yaptım. Tanıdığım ve tanımadığım yüzlerce insan bana mesaj attı, gözlerim doldu o gün. Herkes yanımda oldu. Bir çift bana çocukları ile fotoğraf attı ve bana “Abi biz sen Karanfil Sokak'ta müzik yaparken tanıştık, evlendik ve şimdi bir çocuğumuz oldu” dedi. Mutlu oldum. İyi ki müzik yapıyorum, dedim. Sokağı bıraksam da Karanfil Sokak adında o günlere özlemimi belirten bir beste yaptım son albümümde, tabii en sevdiğim iki enstrüman ile, yani çello ve santur ile, çok beğenildi. Mutlu oldum. Bence sokak dünyanın en güzel sahnesi. Bu güzel sahnenin en güzel dekoru da çöp arabası. Hiç içinden çöp arabası geçen bir sahne gördünüz mü?