Malum işlerle iştigal eden Sedat Peker isimli şahıs, bayramın birinci günü İstanbul Karacaahmet Mezarlığı’nda eski arkadaşlarının mezarlarını ziyaret ettikten sonra, kendi tabiriyle 'tam mezarlıktan çıkacak iken', mezar taşında 'Öldüler ama yenilmediler' yazan bir devrimcinin kabri önünde de duruyor ve dua ediyor. Sonra bu sansasyonel anı, fotoğraflar ve bir notla kendi internet sitesinden duyuruyor. Şöyle diyor: “(…) düşman dahi olsak ‘Öldüler ama yenilmediler’ sözünü mezar taşlarına yazdıran, gerçek anlamda bir duruşları olan 30 sene önceki DHKP-C'lilerin de mezarlarını ziyaret edip dua ettim.”
Peker’in yayınladığı fotoğraftan, önünde durarak dua ettiği mezarın Cavit Özkaya’ya ait olduğunu anlıyoruz. Etrafta başka devrimcilerin de mezarları var. Ama Peker, Özkaya’nın kabri önünde ellerini iki yana açmış olarak görünüyor. Vaktiyle, Barış Akademisyenleri için “Oluk oluk kanlarınızı akıtacağız ve akan kanlarınızla duş alacağız” sözleri ya da 31 Mart seçimlerinden önce (üstelik muhalefetin YSK’ye yönelik itirazlarına ilişkin bir bağlamla) “İmkanı olanlar mutlaka ruhsatlı silahlar, av tüfekleri alsınlar, mutlaka hazırlıklı olsunlar” demesiyle gündeme gelen Peker; bu sansasyonel ziyaret ve “duruşu olan devrimciler” gibi iddialı sözlerle ne yapmak istemektedir, hangi manasız beklentinin içindedir bilinmez; ama Cavit Özkaya’nın devlet tarafından öldürülmesi ve onun katlini de içeren dönemin olaylar silsilesi, bize ülkemizin geçmişi hakkında olduğu kadar bugünü hakkında da çok şey söyleyebilecek nitelikte. O halde Sedat Peker’i bir kenara bırakalım ve Cavit Özkaya’nın o mezara nasıl girdiğine bakalım önce.
10 KİŞİ DEVRİMCİ SOL'A ÜYE OLDUKLARI GEREKÇESİYLE ÖLDÜRÜLDÜ
12 Temmuz 1991 Cuma günü... Akşam saatlerinde polis telsizlerinden İstanbul’un Avrupa yakasındaki dört semt için teyakkuz anonsları yapılıyor: Balmumcu, Dikilitaş, Nişantaşı ve Levent sokaklarına polis panzerleri ve çok sayıda çevik kuvvet sevk ediliyor. Fiili bir sokağa çıkma yasağı uygulanan bu semtlerde, akşam 19.30’da başlayıp gece yarısına kadar süren operasyonlarla, dört evde bulunan 10 kişi Devrimci Sol örgütüne üye oldukları gerekçesiyle öldürülüyor. Nişantaşı’nda İbrahim İlçi ve Bilal Karakaya; Balmumcu’da Yücel Şimşek ve İbrahim Erdoğan; Levent’te Ömer Coşkunırmak; Dikilitaş’ta Niyazi Aydın, Nazmi Türkcan, Zeynep Eda Berk, Hasan Eliuygun ve (Sedat Peker’in mezarı başında dua ettiği) Cavit Özkaya…
Devlet yetkilileri, söz konusu 10 kişinin tamamının silahlı olduğunu ve polisle çatışmaya girdiklerini öne sürer. Ancak ölen ya da yaralanan tek bir polis yoktur. Ölenlere ilişkin otopsi raporları, sadece ateşli silahların değil, el bombası ve başka patlayıcıların da kullanıldığını göstermektedir. Dönemin İstanbul Emniyet Müdürü Mehmet Ağar operasyona katılan polisleri tebrik eder. Yerel mahkemeler, yaşam hakkı ihlali gerekçesiyle dava açan aileleri yıllarca oyalayarak tüm polisleri aklar. Ve nihayet dosya Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne (AİHM) taşınır.
AİHM’nin görevlendirdiği adli tıp patalogu Prof. Derrick Pounder, ölenlerin adli tıp raporlarını ve olay yerlerini inceleyerek yeni bir rapor hazırlar. Örneğin, Cavit Özkaya’nın ölümüne neden olan altı mermiden beşinin vücudun arka kısmından girdiğini, ön kısımdan giren tek merminin de Özkaya’ya isabet eden son mermi olduğunu, üstelik bu esnada maktulün bedeninin ‘düz bir zeminde’ bulunduğunu tespit eder. AİHM’deki davanın dosyasına da giren bu bulguların anlamı açıktır: Cavit Özkaya arkasından beş el ateş edilerek vurulmuş, ağır yaralı olarak yerde yattığı sırada atılan altıncı ve son kurşunla da infaz edilmiştir. (Bu tespitlerin ayrıntılı olarak yer aldığı AİHM kararı şurada.)
AİHM’deki dava, 2006 yılında devlet aleyhine sonuçlanmış ve ölenlerin yakınlarına toplam 177 bin Euro tazminat ödenmesine hükmedilmiştir. Ancak Türkiye, 'AK Parti öncülüğünde bir demokratikleşme reformu yürüttüğü' varsayılan bu yıllarda da AİHM kararının gereğini yerine getirmez. Konu 2017 yılının aralık ayında, 'kolluk kuvvetlerinin orantısız güç kullanımına ilişkin benzer içerikteki dosyalarla birleştirilerek' Avrupa Konseyi gündemine gelir ve Türkiye’ye yükümlülükleri hatırlatılır.
MEHMET AĞAR'IN HIZLI YÜKSELİŞİ
1991’de el bombaları ve uzun namlulu silahlarla 10 kişinin öldürülmesinin ardından bu operasyona katılan mangaları coşkuyla tebrik eden Mehmet Ağar’ın hızlı yükselişi de o tarihlerde başlamıştır. 1992'de Erzurum Valisi, 1993’te Emniyet Genel Müdürü, 24 Aralık 1995 seçimlerinde DYP'den Elazığ milletvekili olur. 1996'daki ANAP-DYP hükümetinde Adalet, aynı yıl kurulan Refah-Yol hükümetinde ise İçişleri Bakanlığı görevine getirilir. 3 Kasım 1996’daki Susurluk Kazası ile ortaya çıkan ilişkiler ağındaki güçlü yeri o kadar açıktır ki beş gün sonra bir bahaneyle istifa etmek zorunda kalır.
Türkiye’nin 12 Temmuz 1991 ile 3 Kasım 1996 arasında yaşadığı tüm karanlık olaylar arasında bir illiyet bağı vardır. Evveliyatı İkinci Dünya Savaşı sonrası NATO’nun gayrinizami harp talimnamelerine, komando kamplarına, Çorum ve Maraş katliamlarına, 12 Eylül darbesine uzanan ‘kontrgerilla’ faaliyetlerinin, devletin anayasal düzeninin yerini alma yönünde kat ettiği mesafenin şaşaalı bir gösterisidir 12 Temmuz 1991… Aktörleri hızla yükselmiş ve güvenlik bürokrasisinden siyasete, sokak mafyacılığından devletin güvenlik aygıtlarına terfi etmişlerdir. 12 Eylül 1980’de, Türkiye egemen sınıflarının iktisadi ve siyasi ihtiyaçları doğrultusunda yeniden yapılanmasına başlanan Türkiye devletinin anlık ve dehşet verici bir görüntüsüdür. 'Silahlı militanlara' karşı yapıldığı savunmasıyla meşrulaştırılan kanlı baskınlar, bir yeni politik ortamın kurucu momenti olmuştur. Sonra yeni ev baskınları; afiş yazan üniversite öğrencilerinin, sendika yöneticilerinin, gazetecilerin göz kırpmadan işkence ve infazlarla öldürüldüğü bir ‘terörle mücadele’ düzeni; aydınların bir toplu ayin havasıyla yakıldığı Sivas katliamı; “Kahrolsun insan hakları” diye yürüyen polislerin nümayişleri; yakılan Kürt köyleri ve topluca infaz edilen köylüler; “Devlet için kurşunu atan da yiyen de şereflidir” diyen başbakanlar; cezaevlerindeki insanların topluca katledildiği 'Hayata Dönüş'ler gelmiştir. 12 Temmuz 1991 baskınları, kontrgerilla hukukunun, biçimsel bile olsa bir anayasal çerçeveyle de sınırlanamadığı yılların bugünden bakınca en net görülen işaret fişeğidir. Ve 12 Temmuz kurbanlarından Cavit Özkaya’nın kabriyle, o yılların dolaysız bir ürünü olan Sedat Peker’in dua gösterisinin sığdığı fotoğraf, aradan geçen 28 yıla ve olup biten onca şeye rağmen, egemen sınıfların devlet mimarisindeki sürekliliği çarpıcı şekilde resmetmektedir.
1996’daki Susurluk kazasının ardından kontrgerilla-devlet yozlaşmasının gizlenemez hale gelmesiyle 2002 arasındaki kararsız dönemde farklı sermaye ve bürokrasi klikleri arasındaki çekişmelerin yarattığı düzensizlik, bu kontra güçlerinin bazı küçük aktörlerini de ‘çözmüş’; örneğin tüm o ‘yargısız infaz’ operasyonlarına katılan Ayhan Çarkın isimli özel harekat polisi, “Devlet perdesi arkasında bir terör örgütü gibi çalıştık” diyerek sayısız itirafta bulunmuştur. Fakat 2002’de sermaye çevreleri ve uluslararası düzenin yeni bir uzlaşması olarak tesis edilen yeni siyasal iktidar da tüm 'geçmiştin kopuş' cilalı söylemine rağmen bunu biçimsel ve geçici bir gösterinin konusu yapmaktan öteye gitmemiş; Türkiye’nin bu karanlık yıllarını bürokrasideki rakiplerini tasfiye etmek için araçsallaştırmış; nihayetinde bizzat o dönemin aktörleri ile hemhal olduğu bir noktaya varmıştır.
Mehmet Ağar’dan Süleyman Soylu’ya, Tansu Çiller’den Sedat Peker’e, ‘eski Türkiye’nin başlıca tüm aktörlerinin tepkimeye girdiği bu ‘yeni Türkiye’ bileşiği de sermaye sınıflarının dönemsel ihtiyaçları ve uluslararası bağlantıları açısından dönüştürücü etkisini kaybediyor belli ki… Ama geride bıraktığımız 28 yıl, 40 yıl, 100 yıl, devlet mimarisinde egemen ihtiyaçlarla yapılan dönüşümlerin kayda değer hiçbir ‘iyileşme’ sağlamadığını; geçmişle, ‘eski’yle hesaplaşmayan ‘yeni Türkiye’lerin, o eskilerin bir mutasyonu olmaktan öteye geçemediğini gösteriyor.