Sedat Peker iddia ettiği gibi gücünü bir kamera ve tripottan
veya zannedildiği gibi cesaretinden, hitabetinden, kızları için
dünyayı yakacak deliliğinden, devlete fedailiğinden değil, devletle
birlikte, “devlet için” işlediği veya tanık olduğu suçlara dair
bilgilerinden alıyor.
Peker’in “suç örgütü lideri” sıfatına bu kadar öfkeli olmasının
nedeni, hakikaten de örgütün lideri olmamasından. Zaten çizdiği
çerçeveye, itirafnamelerine bakıldığında kendisi “örgütün” sadece
bir üyesi ve bu “üyeliğini” de muhafaza etmeye yeminli
görünüyor.
Başından beri yayınladığı itiraflarda kamuoyuna “samimiyetini”
veya inandırıcılığını göstermek için bulaştığı büyük suçlardan
küçük birkaç tanesini faş ederken, hasımlarıyla ilgili bildiklerini
de önce parça parça, son videoda ise “avuç avuç” ele vermeye
başladı.
Samimiyetle ifade ettiği ve gayet iyi bildiği üzere “temiz
toplum yoktur” ve itirafları da mevcut kirleri temizleme maksadı
taşımıyor. Temiz toplum olsaydı, Peker gibi bir ismin miting yapıp
etrafına on binlerce insanı toplaması mümkün olamazdı.
Peker’in başından beri ele vermeyeceğini, halel getirmeyeceğini
söylediği bir “devlet” var. O devleti de son videosunda
soyutlaştırarak, ilahlaştırarak her türlü suçtan azade kılmaya
yöneldi. Çünkü dünkü devlete olduğu gibi bugünkü devlete de,
yarınki devlete de ihtiyacı var.
Peker, “temiz değil” dediği topluma da halel getirmiyor. Çünkü
onun etrafında toplanan topluluklara ihtiyacı var.
Dolayısıyla Peker örgüt arkadaşlarını ve çıkar çatışması
nedeniyle zamanla yolları ayrılan eski yoldaşlarını ele verirken
“örgütün” kendisini, merkezini, bütün “işlerin” esas organizatörü
olan “ebed müddet” gördüğü yapıyı ele vermekten, bu yapıyı
avuçlarının üstünde tutarak yücelten toplumu karşısına almaktan
imtina ediyor. Bununla beraber işlenmiş tüm suçları üstlenmeye, bu
devrin kurbanı olarak harcanmaya hiç niyetli olmadığını ama merkeze
sadakatinin de sürdüğünü göstermek istiyor.
Peker o yüzden de ısrarla “fedaisi”, “delisi”, “serdengeçtisi”
olduğunu söylediği “yönetimden” adalet (iade-i itibar, yahut iade-i
vazife) istiyor ve bu sağlanmadığı sürece itiraflarına devam
edeceğini bildiriyor.
Peker’in bugüne kadar yayınladığı videoların tümüne hâkim olan
itirafçılık, bir zamanlar beraber iş tuttuğu ama kendisini gözden
çıkarmış isimlerin kirli çamaşırlarını ortalığa sermekten ibaretti.
Fakat 7. videosunun sonunda 1990’ların ilk yarısından itibaren Kürt
iş insanlarına yönelik cinayetlerden, Diyarbakır Cezaevi
vahşetinden bahsederek meseleyi kişilerden çıkarıp bizzat kendisini
de var eden, onu ve “davadaşlarını” her türlü cezai yaptırımdan
azade kılan yapıya dayanıyor: Devletin arka bahçesi…
Kamuoyunun karşısına beyaz gömlekle çıkan “devlet adamlarının”
arka bahçede işledikleri suçların çok önemli bir kısmının tanığı
veya aktörü olan Peker’in itirafnamesi buradan itibaren başka bir
aşamaya geçiyor.
Fakat Ağar ve benzerlerinin isimlerini veren Peker, YouTube
izleyicilerine, “her şeyi sorgulayın” dediği “40 yaş altı
kardeşlerine” o arka bahçeyi de, bahçenin sahibi olan bütünleşik
yapıyı da göstermiyor. Çünkü biliyor ki, “devlette devamlılık
esastır.” Kişiler kullanılıp atılır ama arka bahçede “Türklük
için”, “Turan için” insanlar doğranmaya, soyulmaya devam edilir.
Ama Peker, herkes kurulduğu tahtında otururken kendisinin
harcanmasına da tahammül etmiyor.
Buna rağmen Kürt iş insanlarının katledilişini Mehmet Ağar’ın
cumhurbaşkanlığı hedefiyle ilişkilendirerek kişiselleştirirken
"örgütüne" "kişileri harcarım ama devleti asla" diyor ve böylece
hem devleti aklamaya hem de yedek biletini yakmamaya özen
gösteriyor.
Peker’e inanacak olursak Mehmet Ağar’ın Emniyet Müdürlüğü
döneminde, “Behçet Cantürk, Hüseyin Baybaşin, Savaş Buldan
uyuşturucu işi yapıyorlardı. (Ağar) Hepsinden para aldı. En son
siyasete girdi. Hayali cumhurbaşkanlığıydı. Adam oraya çıkarken
geçmişi temizlemek için Tansu Hanım’ı (Çiller) ikna etti. Milli
Güvenlik Konseyi’ne sunum yaptı. Milli Güvenlik Konseyi’nde
‘devletler kendi gelecekleri için bu tip eylemler yapabilir’ diye
sözlü karar çıkarıp başladılar hepsini öldürmeye. Vatan millet için
değil kendi geçmişini temizlemek için yaptı.”
Buna inanmak, dönemin MGK’sının, Çiller ve hükümetinin, devletin
bütün adamlarının ve çetelerinin Ağar tarafından kandırıldığına
inanmakla eş anlamlı.
Buna inanmak, devletin kandırıldığı için faili meçhul cinayetler
işlediğine inanmakla eş anlamlı.
Buna inanmak, faili meçhul cinayetlere ilişkin açılan davaların
hemen hepsinin AKP döneminde önce Türkiye’nin muhtelif bölgelerine
nakledilip sonra da beraatle sonuçlandırılmasını “adaletin
tecellisi” olarak kabul etmekle eş anlamlı.
Oysa AKP döneminde yeni derin devlet organizasyonu kurulurken
1990’lardaki tüm suçlar teker teker cezasız bırakıldı ve bu sayede
Peker dâhil eski “kadrolara” vazifeler verildi.
Sadece çeteler değil, 1990’larda halka karşı işlenen suçlara
bulaşmış asker-polis teşkilat mensupları da cezasızlık zırhıyla
kuşatılarak AKP dönemi suçlularına açıktan cesaret verildi.
Bir kısmını hatırlayalım:
1993’te Mardin’de 13 köylü infaz edildi. Tuğgeneral Musa Çitil
hakkında ‘birden fazla kişiyi aynı sebeple öldürme’ suçundan 8
Eylül 2012 yılında Mardin 1. Ağır Ceza Mahkemesi’nde 13 kez
ağırlaştırılmış müebbet hapis cezası
istemiyle dava açıldı. Dava daha sonra Çorum’a
nakledildi. Burada yapılan birkaç duruşmadan sonra Çitil’in
beraatine karar verildi.
1993’te Muş’un Altınova ilçesinde aynı aileden dokuz kişinin
evlerinde yakılarak öldürülmesi ile ilgili çok sayıda jandarma
görevlisinin yargılandığı dava “güvenlik gerekçesiyle” Muş’tan
Kırıkkale’ye nakledildi. 10 Haziran 2015 tarihinde Kırıkkale Ağır
Ceza Mahkemesi’nde görülen duruşmasında esas hakkındaki mütalaasını
sunan savcı, ihmal sebebiyle ölüme sebebiyet vermek suçundan 9
ölümün her biri için 20 ila 25’er yıl, yani toplamda her sanık için
180 yıldan 225 yıla kadar hapis cezası verilmesini istedi. 1 Mart
2016 tarihli karar duruşmasında savcı, mütalaada yaptığı
değişiklikle Bülent Karaoğlu dışındaki sanıkların beraatini istedi.
Mahkeme heyeti ise tüm sanıkların beraatine hükmetti.
14 Temmuz 1993'te Şırnak'ın Silopi ilçesi Görümlü beldesi
yakınlarında, ikisi baba-oğul ve biri köy imamı olmak üzere 6
köylünün gözaltına alınıp kaybedilmesi, daha doğrusu
katledilmesiyle ilgili Ankara 9. Ağır Ceza Mahkemesi'nde görülen
davada dönemin 23. Jandarma Tugay Komutanı, Emekli Tuğgeneral Mete
Sayar ve emrindeki 5 asker hakkında "birden ziyade kimseyi öldürmek
suçunu işledikleri subuta ermediği" gerekçesiyle Temmuz 2015’te
beraat kararı verildi.
22 Ekim 1993'te Lice’de dönemin Jandarma Bölge Komutanı Bahtiyar
Aydın faili meçhul bir suikast sonucu öldürüldü. İzleyen askeri
operasyonda çoğu sivil 16 kişi öldürüldü. O tarihte Lice dış
dünyaya kapatıldı ve ateşe verildi. Gerçek manada Lice yakıldı. 400
ev ve 242 dükkanın yakıldığı Lice’nin 13 bin olan nüfusu 2.500’e
indirildi. Sonradan katledilecek olan Diyarbakır Barosu Başkanı
Tahir Elçi’nin üstün gayretleri sonucu Lice Davası 20 yıl sonra,
zamanaşımına günler kala açıldı. İddianamede emekli Diyarbakır
Jandarma Alay Komutanı Albay Eşref Hatipoğlu ile Üsteğmen Tünay
Yanardağ hakkında "Taammüden öldürme", "Halkı isyana ve birbirini
öldürmeye teşvik", "Cürüm işlemek üzere teşekkül oluşturma"
suçlarından ağırlaştırılmış müebbet hapis ve 24 yıla kadar hapis
cezası istendi. 27 klasörlük dava dosyasında hem davacı tanıkları,
hem de o dönem Lice'de görev yapan birçok resmi yetkili, 22 Ekim
1993 günü Lice'de herhangi bir çatışmanın olmadığını ve ilçede
yaşanan tahribatın "operasyona çıkan askerler tarafından"
yapıldığını ifade etti. Dava güvenlik gerekçesiyle Diyarbakır’dan
Eskişehir’e, oradan İzmir’e nakledildi. Bu arada sanık Tünay
Yanardağ öldü ve davanın tutuksuz yargılanan tek sanığı Eşref
Hatipoğlu Aralık 2018 tarihinde beraat ettirildi.
Diyarbakır'ın Kulp ilçesinde 1993 yılında 11 sivilin
kaybedilmesiyle ilgili 2013 yılında açılan davada yargılanan
dönemin Bolu 2'nci Komando Tugay Komutanı emekli Tuğgeneral Yavuz
Ertürk, Aralık 2018 tarihinde beraat ettirildi.
Şırnak'ın Cizre ilçesinde 1993-1995 yılları arasında meydana
gelen 20 faili meçhul cinayetle ilgili olarak haklarında dava
açılan aralarında emekli albay Cemal Temizöz ile Cizre eski
Belediye Başkanı Kamil Atağ'ın da bulunduğu 8 sanık, Aralık 2018
tarihinde beraat ettirildi.
Hakkari’nin Yüksekova ilçesine bağlı Aşağı Ölçek (Yekmal) köyünde
çobanlık yapan Nezir Tekçi, Gelibolu Piyade Tugayı’na bağlı
askerlerce 26 Nisan 1995’te gözaltına alındı ve kaybedildi. 1997’de
babası Halit Tekçi’nin başvurusu üzerine askeri savcılık soruşturma
başlattı, kısa sürede “kovuşturmaya yer olmadığına” karar verdi.
Nezir Tekçi’nin ailesi iç hukuk yollarının tükenmesi üzerine AİHM’e
başvurdu. 2010’da Yunus Şahin, askerlik yaptığı dönemde Tekçi’nin
ölümüne tanık olduğunu söyledi, savcılığa ifade verdi. İfadesinde,
PKK’ye düzenlenen operasyonda Nezir Tekçi’nin gözaltına alındığını
açıkladı. Bunun üzerine emekli Albay Ali Osman Akın ile Yarbay
Kemal Alkan hakkında Hakkari Ağır Ceza Mahkemesi’nde açılan dava
“güvenlik gerekçesiyle” Eskişehir’e nakledildi. Eylül 2015’te
sanıklar beraat ettirildi.
Bu ve benzeri sayısız cinayetin işlendiği 1990’larda
“devletine-milletine bağlı”, “delifişek” bir “dava adamı” olan
Peker, muhtemelen Tansu ablası, Mehmet-Korkut abileri tarafından
verilen vazifeleri yerine getirmekle meşguldü.
Yukarıdaki olaylarla ilgili açılan davaların hemen hepsinin
çözüm sürecinin bitirilmesinden sonra kapatılması tesadüf olmadığı
gibi, Ağar, Peker, Çiller gibi aktörlerin bu tarihten itibaren AKP
gemisine binmeye başlamaları da tesadüf değildi.
Zira Kürtlerin Türklerle eşitlenme tehlikesi belirmiş, “ebed
müddet devletin” imdadına yetişilmesi gerekmiş ve 1990’ların
kadroları, devlet koruması altında işe alınmıştı. Peker ve
benzerlerine sunulan devlet olanakları, iktidardakilerin açıktan
işleyemediği suçları halletmelerinin karşılığıydı.
Nitekim 1990’lardaki faili meçhullerle ilgili davalar bir bir
kapatılırken bu sefer faili meçhullerle değil, “çağa uygun”
yöntemlerle aynı işlere girişildi.
Örneğin Yeni Şafak gazetesi, 1990’lardaki suçlarla ilgili
davaların birer birer beraatle sonuçlandırıldığı günlerde, 23 Ekim
2018 tarihinde “Sıra PKK’lı işadamlarında” başlıklı haberinde şu ifadelere yer
veriyordu: “İçişleri Bakanlığı bu defa terör örgütüne finansman
sağlayan iş adamlarını hedefine koydu. Örgütün en büyük gelir
kaynakları arasında bulunan uyuşturucu ticaretinin önünü kesen
bakanlık, örgüte para aktaran firmaların peşine düştü. Terör
örgütünü bitirmek için harekete geçen bakanlık, MİT ve Emniyet
İstihbarattan terör örgütü PKK’ya para aktaran iş adamları ve
şirketler hakkında rapor istedi. Yapılan çalışmalar sonucu,
çoğunluğu batı illerinde olmak üzere yüzlerce iş adamının terör
örgütünü finanse ettiği tespit edildi.”
Bu haberden sonra kaç Kürt iş insanı çağrılıp mallarına çöküldü,
bilemiyoruz. Fakat Çiller’in 4 Kasım 1993’te “PKK’ya yardım eden
işadamlarının ve sanatçıların listeleri elimizde. Onlardan hesap
soracağız” açıklamasıyla aynı kalemden çıkmış gibiydi.
Çiller’in söz konusu açıklamasından sonra, Ankara-Altındağ Nüfus
Müdürü Mecit Baskın, avukat Yusuf Ekinci, avukat Faik Candan,
oyuncu Yılmaz Erdoğan’ın amcası ve dönemin Sağlık Bakanlığı’nda
ihale yolsuzluklarına karşı mücadelesiyle tanınan Teftiş Kurulu
Başkanı Namık Erdoğan, işadamı Behçet Cantürk, şoförü Recep Kuzucu,
Cantürk’ün yakını müteahhit Fevzi Aslan ile kardeşi Şahin Aslan,
Cantürk’ün avukatı Medet Serhat, Serhat’ın şoförü İsmail
Karaalioğlu, iş insanları Savaş Buldan, Hacı Karay ve Adnan
Yıldırım, ANAP’lı Keskin İlçe Başkanı Metin Vural’ın da bulunduğu
19 kişi ‘faili meçhul’ cinayetlere kurban gitti.
Susurluk davası hükümlüsü eski özel harekat polisi Ayhan Çarkın,
aralarında Namık Erdoğan’ın da olduğu dört faili meçhul cinayete
bizzat katıldığını itiraf etmiş ama sonradan “deliren”
Çarkın’ın uzattığı ipin ucu tutulmamış, o ip çekilmemiş, duvar
yerli yerinde durmuştu.
1990’ların mühendisleri, AKP’nin çözüm süreci sonrası rejiminin
inşaatında müteahhitlik, mimarlık, işçilik, kalfalık vs, yapmanın
karşılığında ihalelere, rantiyeye, kirli işlerden kazanılan
paralara boğuldular. Zaten söylendiğinin aksine Türkçü-İslamcı
ittifak 15 Temmuz darbe girişiminden sonra değil, bir yıl önce,
2015’te çözüm sürecinin bitirilmesiyle birlikte kuruldu.
Dikkat edilirse Peker 1990’lardaki suçlar hakkında ipuçları
verirken, 2015 sonrası yaşananlara, yapılanlara hâlâ değinmedi.
Çünkü Soylu’yla “yaktığı” dönüş biletinin yedeği belki tam da bu
bilgilerdir. Şehirlerde patlayan bombalar, kitlesel katliamlar…
Sırf Ankara’daki Gar katliamı sırasında yaşanan “skandalların” arka
planına dair bilgiler bile her şeye yeter. Ama Peker henüz buraya
gelmedi ve belki de hiçbir zaman gelmeyecek.
Çünkü Peker’in buzdağının sadece görünen kısmını aktarmakla
yetinmesinin kişisel olduğu kadar ideolojik sebepleri de var. Her
ne kadar “sokaktan yetişme bir delifişek” veya “mafya” dense de,
Peker ideolojik bir organizasyonun başından beri üyesi. Sokakta
piştiği kadar Türkçü-Turancı-İslamcı-Kemalist devlet ideolojisiyle
de yoğrulmuş bir militan o.
Son videosunda çözülmesi gereken iki sorundan bahsediyor: Kürt
meselesi ve Alevi meselesi. Peker bunları Türkçü-Turancı
ideolojinin bir neferi olarak söylüyor. Bu açıdan Peker,
hedefindeki Mehmet Ağar’ın 2006 yılında söylediği “dağda silah
tutacağına düz ovada siyaset yapsın” açılımının takipçisi. “Derin”
Ağar, AKP henüz çözüm sürecinden söz etmezken şu “icazeti” vermişti AKP’ye: “Bugün dağda
çocuklar varsa, yolunu bulup indireceksin. Hükümetin bir projesi
varsa desteğe hazırız. Bir görelim projelerini. Bir daha silah
patlamamasını sağlamak lazım. Bu süreç yürütülmeli. Devlet husumet
yeri olamaz, kendi insanına husumet duyamaz. Her devletin
geçmişinde vatandaşını affetmek vardır. (Af mı diyorsunuz, sorusu
üzerine) Gerekirse af da. Ama hükümeti görelim, ne önerecek. Ha
yukarıda silahla mı dolaşsın, ovada siyaset mi yapsın.”
Peker de tıpkı 15 yıl önceki Ağar gibi, kendilerini var eden
devletin tıkanıp kaldığını, örülen duvarın esen sert rüzgârlara
karşı dayanıksız hale geldiğini biliyor. Söz konusu “ebed müddet
devlet” ise, Kürt sorununun çözülmesi bile sağlanabilir!
Peker veya Ağar gibi devlet tarafından her iktidara monte edilen
kişileri sadece kişisel çıkar hesapçısı olarak sunmak, bunların
devleti kirlettiğini ve nihayet devletin bağırsaklarından boşalmaya
başladığını söylemek, devletin halka karşı yaptıklarını görünmez
kılmaktır. Devlet “bir şeyler” yemiş ki, bağırsaklarından bu
kötülükler akıyor.
Anlıyoruz ki, devleti kirleten bu insanlar değil. Bilakis,
devlet kirli işlerini bunlara yaptırıyor ve bunun karşılığında
mükafatlandırıyor, cezai yaptırımlardan muaf tutuyor ve ilelebet
koruyor.
Korumadıklarını da yok ediyor. Sedat Peker ise yok edilmeye razı
gelmedi. “Uyuyan canavar” bu yüzden “uyandı.” Tekrar uykuya yatması
için pışpışlanması gerekiyor. Fakat bunu mevcut iktidarın yapması
artık mümkün görünmüyor. Belki de Peker son kertede geleceğin
iktidarına oynuyor ama durumu, iktidarın değişmesini bekleyemeyecek
kadar acil göründüğü için “anlaşmayı” şimdi yapmak istiyor. Bunda
muvaffak da olabilir. O zaman başlattığı film yarıda kalacak ve
dosya kapanacak mı? Muvaffak olamazsa, geleceğin muhtemel iktidarı
Pekergiller için nasıl bir görünüm arz ediyor? Bu sorudan devam
edeceğiz…