Sedat Yılmaz: Gişe filmleri bizi ilgilendirmiyor
Yönetmen Sedat Yılmaz'la ilk filmi Press'i nasıl çektiğini konuştuk. Yılmaz'a göre her yönetmenin kendine özgü görsel bir dili var, ama bölgelere göre değişen görsel bir dil artık geride kaldı...
Sedat Yılmaz, 2008 yılında yönetmenliğini yaptığı ‘Press’ filmi ile yerli ve yabancı festivallerde yarıştı, ödüller aldı. 'Press' filmi, Özgür Gündem gazetesinin 90’lı yıllarına ışık tutan, gazetecilik mesleğinin sancılarına değinen, savaşın ardında gerçeğin peşine düşmüş cesur insanların hikâyelerini anlatan bir ilk filmdi. Günümüz koşullarında yeni film projelerini hayata geçirmeye çalışan Yılmaz ile hem ilk filminin teorik ve pratik zorluklarını hem de sinemasının bugünkü yönelimlerini, ‘Yönetmenler İlk Filmlerini Anlatıyor!’ röportaj dizimiz kapsamında konuştuk.
‘Press’ filmi, aklınızda ilk belirdiği zaman senaryosunu yazarken sanatsal, siyasal, kültürel ve ekonomik kaygılarınız ne oldu? Bugünden filminize baktığınızda, eksik ya da fazla olduğunu düşündüğünüz ya da hissettiğiniz bir bölüm var mı?
Kazın ayağı pek öyle değil... Daha önce yazdığım projelerin prodüksiyonu daha maliyetli olduğu için çekememiştim. Çekebileceğimi düşündüğüm için Press'i yazdım, büyük bir kısmı tek mekanda geçiyor, maliyeti daha düşük olduğu için ilk film oldu. Sizin kaygılarınızın hiçbirini yaşamadım. Projeden projeye sanatsal siyasal kaygılarınız değişmez, neyse osunuzdur. Sinema yapmaya çalışıyorsunuz, hangi projenizi hayata geçirebiliyorsanız bir an önce onu yapmaya çalışırsınız. Sizin kaygılarınız, ideal koşullarda, yapım ve finans sorunu yaşamayan sinemacılarda olur bence. Sanatçılar kendi işleri üzerine konuşurken aura oluşturmayı severler, ama yaşananlar pek de öyle değildir. Press filminin teknik içerik bazı eksikliklerinin olması muhtemeldir. Korktuğum için geri dönüp filmimi izleyemiyorum.
Yaptığınız filmleri kategorize eder misiniz? Türk Sineması, Kürt Sineması, Türkiye Sineması, Anadolu Sineması v.s. Ulusal veya bölgesel bir sinema yaptığınızı, bu uluslara ya da bölgelere ait görsel kodlar kullandığınızı düşündüğünüz olur mu? Türkiye sineması tanımlamasının kavramsal olarak sizde nasıl bir karşılığı var?
Filmleri kategorize etmek sinema yazarlarının işi, benim işim değil. Türk, Kürt sineması ayrımı; Kürt sinemacıların haklı olduğu bir hassasiyet. Ama benim öyle bir hassasiyetim yok. Bu yüzden Türkiye sineması adlandırması bana makul geliyor. Rahatsız olunacak bir tarafı yok. Görüntünün bu kadar egemen olduğu bir zaman diliminde, yerel bir görsel dilden bahsedemeyiz. Tek tek yönetmenlerin görsel bir dili vardır, ama bölgelere göre değişen görsel bir dil artık geride kaldı. Tayvan sineması ile, İran sineması aynı görsel dili kullanıyor. Oradaki farklıklar ya da yerellik, anlattıkları dünyanın ve hikaye edilişin farklılığıdır bence.
Politik sinema yaptığınızı söyleyebilir miyiz?
Evet, politik sinema yapmaya çalışıyorum. Ama politik sinema kendi başına bir değer ya da tersinden bir yük değildir. Muhalif film yaparsınız, muhalifliğinizin derecesi artıyorsa politik olursunuz. Kafalarda politik sinema yapmanın ölçüsü budur. Katılmasam da, insanların böyle değerlendirmesinden rahatsız olmam. Ancak muhalif olmayan filmler de politiktir, o da başka bir mesele.
Güçlü bir dağıtım ağından uzakta kalarak sinema yapan bir yönetmen olarak, bir sonraki filminizi finanse etmenin ne gibi zorluklarıyla karşılaşıyorsunuz?
Film çekemiyorum. Gişe filmi değilse projeniz, her şey bakanlık desteğinde düğümleniyor. Film üretim koşullarının temel problemi tam da burası, gişe filmi değilse her şeyin bakanlık desteğine bağlı olması. Bunu çözmek lazım. Bizim kuşaktan çok az sinemacı bakanlık desteği olmadan film çekebildi. Hiçbir ticari yapımcı, para getirmeyecek bir projeye para yatırmaz. Bu onun doğasına aykırı, o tip yapımcılara kızmanın bir anlamı yok. Gişe filmleri bizi ilgilendirmiyor, onlar kendi yollarında biz kendi yolumuzdayız. Sinema salonuna gelene kadar buluştuğumuz bir nokta yok.
Bir hikâye aklınıza geldiğinde, o hikâyenin senaryolaştırması aşamasına nasıl karar veriyorsunuz? Senaryolarınız, ne tür çalışmalarla ortaya çıkıyor?
'Zamanla' karar veriyorum. Yani şöyle oluyor, bir fikir peşinde koşmaya başlıyorum. O fikrin sınandığı yer, zaman oluyor. Zaten sürekli film çekemediğimiz için, bol zamanımız oluyor fikirlerimizi sınamak için. Fikir hala cazibesini koruyorsa bunu geliştirmeye başlıyorum, araştırıyorum, notlar alıyorum. Öyküyü kurmak bence en zor ve en önemli yeri senaryonun. Ondan sonrası sahnelemek daha rahat olabiliyor.
Festival filmi ya da gişe filmi ayrımı yapmak ne kadar doğru? Filmlerinizin, senaryolarını kaleme alırken bu ayrım sizin için bir anlam ifade ediyor mu?
İki farklı sinema oldukları kesin, belki adlandırmalar ve tanımlar tartışmalı olabilir. Ama her ikisinin de belli şablonları var. Festival sineması dediğimiz şeyde de birbirinin benzeri ruh hallerine rastlanıyor, belirlenmiş bir sinema dilinin etrafında dolanıyor. Nasıl bir sinema yapacağınıza, senaryo yazmaya başladığınızda karar vermiyorsunuz. Sinemacı olmaya karar verdiğiniz zamanlarda, zaten bu kararı vermiş oluyorsunuz. Sonra o yolda devam ediyorsunuz. Amerika'da, Avrupa'da ve Uzakdoğu sinemasında hem gişe filmini hem de festival filmini aynı anda yapan sinemacılar var. Bunlar görünce rahatsız olmuyorum, tersine hoşuma gidiyor. Bizde bir iki istisna hariç böyle bir şey yok. Geçişkenlik yok, o nedenle herkes kendi yolunda diyorum.
Sinema toplumsal duyarlılıkları gündeme getirme açısından işlevsellik taşır mı? Siyasi koşullanma ve vicdan, bir sinema filminin tam olarak neresinde yer alır?
Bütün sanatlar toplumsal duyarlılıkları taşıma kabiliyetine sahiptir. Kullanırsınız, kullanmazsınız... o ayrı. Ancak dolaşıma girmeleri, yaygınlıkları ve etkileri açısından farklılıklar vardır. Bu da sanat dalının ya da sanatçının belirlediği bir şey değildir. Sorunuzun ikinci kısmı biraz sıkıntılı geldi bana. 'Siyasi koşullanma ve vicdan' sinema filminde değil, sinemacıda olabilir. Bunlar sinemacının tam olarak neresinde yer alır, bilemiyorum. Ama sorudan anladığım şeyi cevaplamaya çalışayım. Politikayla sanatın dengesini nasıl kuracağız? Buradaki denge problemi ikili bir karakter taşımaz. Bir film; güçlü bir sanatsal yanı olmasına rağmen, politik tarafı yeterince belirgin değil diye problemli demeyiz sanırım. Tersi olduğunda, politik tarafı tamam, ama yeterince sanatsal değilse, o zaman denge problemi var kabul edilir. Film sevilmez. Denge politik tarafa doğru bozulduğunda, film problemli olur. Aslında burada denge sözcüğünü kullanmaktan da pek memnun değilim. Denge sözcüğü, orta karar, birilerini ürkütmeyecek bir şeyler çağrışımı yapmaya elverişlidir. Sanat, her türlü politik düşünceyi taşıyabilir. Burada sorun yok. En radikal düşüncelerinizi sanatınızda yer verdiğiniz halde bu sevilebilir. Yeter ki sanatınız, düşüncelerinizi taşıyacak kadar güçlü olsun. O yüzden bence esas mesele politik düşüncemizin ne olduğumuzdan çok, sanatsal becerimiz ne? Politik düşünce tek başına yetmiyor, onu taşıyacak güçte bir sanatsal beceri yoksa, sadece o politik düşüncenin taraftarları yaptıklarını alkışlar. Politik düşünceyi tek başına yeterli bir değer gibi görüp, onun altında ezilen bir sanat becerisi olunca kötü politik sanat oluyor. Politik sanat kötüdür demek, politik önyargıdan başka bir şey değildir.
Şu an bağımsız sinemanın durumunu gerek ekonomik gerek sosyal olarak nasıl tarif edersiniz? Bağımsız sinema yapmak isteyen genç sinemacılar nasıl bir yol izlemeli?
Bağımsız sinemadan, bakanlık destekli sinema anlaşılıyorsa eğer, pek de parlak değil. Film üretim koşulları iki türlü daralıyor. Bakanlık giderek kesenin ve sinemacının ağzını sıkıyor. Diğer taraftan bu sinemanın izleyicisi giderek azaldı. Biz izleyicimizi kaçırdık sanırım. Genç sinemacılara sadece şunu söyleyebilirim; vazgeçmeyin. Başka türlü olmuyor.
Etkilendiğiniz yönetmenler var mı, varsa kimler? En beğendiğiniz yönetmen kimdir? En beğendiğiniz film nedir? Bir filmin tek bir sahnesi çekmek isteseydiniz bu sahne hangi filmin hangi sahnesi olurdu?
Sevdiğim yönetmenler ile, yapmaya çalıştığım sinemayı yapanlar aynı yönetmenler değil. Türkiye sinemasının en tepesine rahatlıkla Zeki Demirkubuz ve Nuri Bilge Ceylan'ı koyabilirim. Onların sinemasından çok şey öğrenirim. Ancak onların sineması gibi bir sinema yapmak aklımdan geçmez. Costa Gavras ve Ken Loach'un sineması yapmaya çalıştığım sinemaya daha yakındır. Onların filmlerinin hepsini sevmem. Onun yerine çok alakasız yönetmenlerin filmleri heyecanlandırabilir beni. Ve bence bu normal, sevdiğim ile yapmak istediğim ille de örtüşecek diye bir şey yok.
Sinema- edebiyat ilişkisinin güçlü bir bağa sahip olduğunu düşünüyor musunuz? Sizce yönetmen ya da senarist olmak isteyen biri kimleri okumalı?
İkinci sorudan başlayayım... Herkesi okusun, neye ilgisi varsa onu okusun. Sinemaya faydalı olacak diye şunları oku, bana çok sıcak gelmiyor. Senaryo hocam Çehov ve O. Henry okutturuyordu. Ben bunları zaten zevkle okuyordum. Ama size iyi gelmiyorsa okumayın, sizi besleyeceğini düşündüğünüz yazarları okuyun. Sinema bana göre, resimden çok edebiyatın (roman,öykü) yakın akrabası. Mesela şiir ve resim birbirlerine daha yakın akrabalarmış gibi gelir bana. Ancak sinema edebiyat ilişkisi deyince herkesin aklına şiirsel sinema geliyor. Onu da yanlış uyguluyoruz, ağdalı bir dille yazılmış bir kafa sesi koyunca şiirsel sinema olmuyor. Edebiyat, sinemada hikaye anlatmayı öğrenmek ve beslenmek için büyük ve kadim bir kaynak.
Sinema okullarında verilen sinema eğitimini yeterli buluyor musunuz?
Bulmuyorum. Ama ideal sinema eğitimi verilmiş olsa da yine yeterli bulmayacaktım. Çünkü sanat eğitiminin amacı, sizi başlangıç noktasına getirmek olmalı. Ondan sonrası sizinle ilgilidir. Sinema okullarına yükleniyoruz, biraz da sinema öğrencilerine yüklenelim. Hangi sinema öğrencisi entelektüel olarak kendini geliştirmeye çalışıyor? Varsa yoksa, sinemanın teknik yanlarını çözmeye çalışıyorlar. Kamerayı nereye koyacağını çözünce, oldu sanıyorlar.
Bir yönetmenin gözünden yapımcı kime denir? Yapımcı, set öncesinde, sette, set sonrasında ne iş yapar? Yönetmene karşı sorumluluğu nedir? İyi bir yönetmen- yapımcı ilişkisi nasıl olmalı?
Bana göre Türkiye sinemasının kronik senaryo ve yapımcı problemi var. Bildiğimiz anlamda yapımcılık sadece dizilerde işliyor. Senaristi ve yönetmeni yanyana getirerek projeyi hayata geçiren adamdır yapımcı. Türkiye sinemasında böyle bir şey yok. Herkes filminin senaristi, yönetmeni ve aynı zamanda yapımcısıdır. Bakmayın jenerikte yapımcı diye geçen isimlere. Onlar yönetmenin üzerindeki yapımcılık yükünü hafifletmek için vardır. Nihai kararlar hep yönetmenin kararlardır. Bu durum festival filmleri için böyle. Daha da ilginci, gişe filmlerinde de bence durum aynı. Ünlü bir yıldızımız, (Cem Yılmaz, Özcan Deniz, Şahan Gökbakar, Ata Demirer vs..) filmlerinin hem senaryosunu yazar hem de aslında yapımcılarıdır. Jenerikte isimleri öyle geçmese de, yapımcıdırlar aslında. Klasik yapımcının tasarrufunda olan temel kararların hepsini bu oyuncu-yazar-yönetmen-yapımcılar karar verir. O nedenle yapımcılardan şikayet edecek bir noktada değiliz bence. Çünkü kurumsallaşmış bir yapımcılık yok. Olanların çoğu da aslında dizi yapımcısı, biraz da prestij olsun diye sinema filmi yapıyorlar. Bir tek, BKM'yi dışta tutabilirim. Onlar belirli ölçülerde kurumsal bir sinema yapımcılığını oturtmuş durumdalar.
Son yıllarda özellikle festivallerde baş gösteren sansür meselesine dair, sinemacıların alması gereken tavır sizce nedir? Yanı başımızda yıllardır sansüre karşı mücadele eden ve başarı gösteren İran Sineması örneği varken, sizce Türkiye Sineması sansüre karşı bir başarı sağlayabilecek mi?
İran sineması sansürün etrafından dolaştı, Türkiye sineması ise sansürün üzerine gitmeli. İran rejiminde sansürü kaldırmak olanaklı olmadığı için, İranlı sinemacılar söyleyeceklerini sansürün deliğinden geçecek şekilde söylediler. Bu yüzden etrafını dolaşmış oldular. O nedenle sansürle mücadelede İran sineması doğru model değil, biz sansürün üzerine basarak yolumuza devam etmeliyiz. Ancak, son yıllarda festival gösterimleri sansürlenen filmlerden çok, uzun süredir işleyen başka bir sansür var. Gösterimini engellemek sansürün en çıplak hali. Bir de yeterince görünmeyen, ses çıkarılmayan ve daha etkili hali ise, projelerin hayata geçirilmesine engel olmak, ya da hayata geçirilirken törpülemek. Bakanlığın desteklediği bazı filmlerin, bakanlığın hoşuna gitmediği için bazı sahnelerin değiştirildiğini ya da çıkarıldığını biliyorum. Mağdur olanların hiçbiri, bundan sonra bakanlıkla başımız belaya girer diyerek buna karşı gelmedi, sesini çıkarmadı. Tıkır tıkır işleyen bir sansür bu. Yeterliliğinden dolayı değil, siyasi çizgisinden dolayı bakanlığın desteğini alamayan projeler hep vardı, ama şimdi bu iyice ayyuka çıktı. Sırf barış için imza attığı için birçok sinemacı engellendi. Destek çıkan projelerin yönetmeni barış için imza verdiği için, destekleri iptal ettiler. Bu saydıklarım yaygın uygulamalar ve hiçbir şekilde bir karşı tepki yaratmıyor. Asıl tehlike ve zorluk bence burada.
Reklam filmi ve sinema filmi karşılaştırıldığında estetik yönden benzerlikleri ve farklılıkları nelerdir? Sinema filmi yapmak isteyen bir yönetmen adayına reklam filmi setinde çalışmak/reklam filmi çekmek ne tür katkı sağlayabilir ya da sağlayabilir mi?
Reklam filmleri ile sinema filmlerinini karşılaştırmaya gerek yok. Aynı ekipmanı ve ekibi kullanmaları birbirleriyle karşılaştırmak için yeterli değil. Sinema okulundan mezun yönetmen adaylarını öyle kolay kolay reklam yönetmeni yapmıyorlar. Reklam, klip ya da dizide çalışmak, bir şey öğretir. Orası kesin. Öğrendikleri ne kadar yapacağı sinemaya katkı sağlar, onun yapacağı sinemaya göre değişir. Ancak buralarda çalışmak teknik beceriyi geliştirdiği kesin. Buralarda çalıştıktan sonra sinema ideallerine ne kadar sadık kalacağı ise, çalıştığı yer değil kendi kişiliği belirleyici olacaktır.