Ön kapakta Fikret Otyam, İbrahim Balaban ya da Nuri İyem’in kadın yüzlerinden biri var sanki. Anadolucu, Kemalist estetiğin iri gözleri. Onlarda üzüm gözler olurdu, bunda ela göz var. Hafif bir yerlilik hani. Ama yüzdeki kusursuzluk, model aldığına geri çeviriyor bizi; Otyam’a mesela. Bir tür Millî Natüralizm; Sovyet sanatını bitiren idealizasyon gibi. Hani Deli Petro’nun kılıcı bütün Kafkasya kadardır. Hani Genelkurmay binasına her 29 Ekimde asılan atlı resminde Atatürk’ün atının toynakları beş metrelik çamlar kadardır. Aynı anlayış. Kusursuzluk, pürüzsüz cilt, biçimli dudak ve burun, deliksiz yüz, “müsterih ruh.” Antik Yunan estetik idealine kadar gider bu. Winckelmann’a filan bakınız.
Otyam elbette büyük bir gezgin ve röportajcıydı. Ama ne zaman Kürtler iktidarlaşmaya başladı, klasik Türk solcusundaki “hami” duruşu yerini “sahip” refleksine bıraktı. Hani Adalet Ağaoğlu, “İHD Kürt doldu” deyip üyelikten istifa etmişti ya, onun gibi. Canım siz de pek unutkansınız. Perihan Mağden de (çocukları kayıp) “Kürt kadınları kötü kokuyor” diyerek safları terk etmişti hani. Otyam da o hesap. Ömrünün son demlerinde Çetin Yetkin gibi tiplerle “Müdafaa-i Hukuk” diye bir dergi çıkarmaya başladı. Bir zamanlar Pazarcık Ovası'ndaki Kürtçe sözcükleri sansürlemeyen Otyam, Ajda Pekkan’ı Urfa konserinde poşu taktı diye vatan haini ilan etti. Onun sanat anlayışı bu. Biraz yerli olunuz.
Arka kapakta Zülfü Livaneli’nin başöğretmen edalı yazısı var. Selahattin Demirtaş’ı özenli ve akıcı Türkçesi için “ayrıca” övmüş ama kendi Türkçesi kan ağlıyor. Diyor ki Livaneli, “siyaset ve sanat disiplinleri birbirine benzemez.” Nasıl yani, sanat ve siyaset birer disiplin mi? “Sanatçı deyim yerindeyse yüreğini kazıyarak en gizli duygularını en büyük kitleyle paylaşmaya koşullanmıştır” diye devam ediyor. TDK iktidara gelse Livaneli ağırlaştırılmış müebbetle yargılanır! Hemen sonrasında ise “Bu açıdan” diye başlıyor ama çıkarım olarak söylediği şeyin “neden” ile ilgisi yok.
Asıl fecaat ikinci paragrafın başında. Livaneli şöyle buyuruyor: “Kitabın özenli ve akıcı bir Türkçeyle yazılmış olması, hem estetik hem de toplumsal açıdan ayrıca övgüye değer.” Burada “estetik ilmi”ne dair bir şey yok tabii, “güzel” demek istemiş. Ama bu övgünün iki sıfatlı bir nedeni var: Türkçe. Bu “dil”in bir tercih değil, bir “zorunluluk” olduğunu bilen bir yazar ya akıcı filan demeye utanır ya da bahsetse bile asimilasyonun bir göstergesi olarak anardı. Ancak Livaneli asimilasyonu övüyor, ona coşkuyla selam çakıyor. Bu selam, kıymetlimiz Demirtaş’ın kitabının arka kapağından yansıyor. Gençliğimizin billur yankısı Şivan Perwer’in bizi değil efendiyi seçerek Amed’de çınlamasını hatırlatıyor. Efendiyi bu kadar sevmeseniz.
Az bile söylüyorum. Efendiye kapat şu gaganı demek istiyorum. Demek “özenli, akıcı, övgüye değer” ha? Demirtaş’la kıyaslamak ayıp kaçacak ama Ahmet Davutoğlu yazsa Livaneli bu sıfatları kullanır mıydı? Efendi kafası bu. Murat Belge’nin “Kürt Edebiyatı” adlı bir yazısı var bir “Birikim”de, ona benziyor. İlk cümlesi şöyle: “Edebiyatla dil arasında olmazsa olmaz bir ilişki vardır.” Tam bu geniş cümle ile aydınlanacağım derken ikinci cümlede Kürtçeden bahsedilir ve hemen “sorun/sal” sözcüğü yapıştırılır. Bir dur hacı, hemen “sorun” deme. Ama durur mu Belge, Muhsin Kızılkaya Türkçesiyle okuduğu tek bir Kürt metnine “roman öncesi dil” deyip Kürt yazarlara bir de örnek gösteriyor: “Murat Uyurkulak gibi yazınız!” Niye ağbi? Halit Ertuğrul gibi yazsak olmaz mı? Hem “beginner”, seviyemize daha uygun! Bu kokuşuk başöğretmen tavrını bıraksanız.
Livaneli’nin “Mutluluk” adlı romanının ancak 3-4 sayfasını okuyabilmiştim. Okunaklı bir metin değildi. Devamına filminden baktım. Ensesti ezilende temsil edip efendiyi aklayan bir metin/film işte. Tam bir sömürgeci metni. Ne çabuk unuttunuz! Danışmanları, avukatları, kendisi, yayıncısı unutabilir, ama unutmamızı beklemeyiniz. Ayıp etmişiz deyiniz.
“Mutluluk”u yazmıştım birkaç cümle ile, “Esmer” dergisinde: “Cahil Kürt gençleri sorunlarını Türk profesörün yatında çözüyorlar.” Onun hizmetçisi oluyorlar, sürekli yatın orasını burasını siliyorlar; Kürdü devlet dairesine sadece hademe olarak alan devlet gibi! Dikkat edilsin, genç kızın “erkek” modeli malum profesördür. Kürt cahildir, Türk ise allame. Oh oh, ne kadar da realist. Kızı öldürmek için kapan erkek, asker künyesini çıkarmayan bir Türk milliyetçisi! Profesöre karşı itaatkâr ama kıza karşı saldırgan. Livaneli’nin Devellioğlu sözlüğündeki bir sözcüğün birkaç türetmesi ile Êzidî kızların hikâyesini yazmaya girişmesi de aynı kafa. “Seher”in arkasındaki yazı da öyle. Bu isim ve cümlelerine gerek duymasaydınız.
Amed’de bir yayınevinde oturuyoruz. Oranın kapısından girmek bir tür güvenlik sorunu artık. Edebiyatımızın durumunu konuşuyoruz. Kürtçe yazan bütün arkadaşlarımız ya sürgün, ya ihraç. “Özgür basın”da onlarla ilgili tek bir haber çıkmıyor. Konya, Çorum veya Afyon’daki hükümet konaklarında bu onurlu insanların kırgın ayak sesleri var. Onlardan hiçbirine şu 1.000 mektuptan bir tanesi olsun gitmedi. Hesabını bir verseniz.
Yayınevinde oturanlardan biri “Seher”in basına yansıyan satış rakamını toplam tahmini için ikiyle çarpıp bütün masrafları kalem kalem düştükten sonra, “Amed’de bir yayınevinden çıksa, bu parayla 1.000 tane Kürtçe kitap basabilirdik” şeklinde saçma bir hesap yapıyor. Biz böyleyiz işte; saflığa, noktalı virgüle ve direnişe inanıyoruz. Eğer zahmet olmayacaksa bizi de seviniz.
Efendinin sahiplendiği bu edebî başarı canımızı yakıyor. Çünkü biz bir “ürün”ün değil, bir “tarih”in içindeyiz. Çünkü Şêrko’nun babası “Fayîq”ten bir demet karanfil gibi gülümseyen “Mehmet”e uzanan “bêkes”, kurtulduğumuzu sandığımız sahipsizlik duygusunun geri gelen adıdır. Hakkında konuşup kararlar almamız lazım. Sonu muhteşem olacak geleceğe akmamız lazım. Bu yüzden en kıymetlimizden elinizi çekiniz, biraz uzakta durunuz; gönül kadar uzak bir uzakta!