Şehir hastaneleri metrekarelerle, adetlerle, içlerinde kaçar tane ne olduğu ile, aynı anda kaç kişiye hizmet edecekleri ile sunuluyorlar. Hepsi de baş döndürücü büyük rakamlar. Yapıların kendilerine bakıldığında görkemli duruyorlar. Belki bu büyüklük bazılarına güven verebilir ama gerçek hiç de öyle değil.
Herhangi bir yerim ağrısa, önce yıllardır ilaçlarımı aldığım eczaneye, Fevzi Abi’ye giderim. Basit şeylerde ilaç önerir ama mutlaka doktoruma da sormamı ister. Hastanelerin acil bölümleri, tüm o bürokrasiyi aştığın, hemen bir doktorun karşısına çıktığın yerler. Benim gibi çok kişi de bunun farkında. Aile hekimi ancak ilaç yazdırmak için aklıma gelir. Ciddi bir rahatsızlığım olduğunu düşünürsem de, eşe dosta doktor sorar, bulduğum ismi son kez Ekşi Sözlük’ten kontrol eder ve öyle giderim. Bir de sadece “yatışlı sağlık hizmetlerini” ödeyebildiğim özel sağlık sigortam var. Evet, bu ülkede benim kişisel sağlık politikam budur.
Zamanında aile hekimliği sistemi için şöyle şeyler denmişti: Hepinizin, sizi yakından takip eden bir aile hekimi olacak (ki halen de var) basit rahatsızlıklar ve koruyucu hekimlik hizmeti alacaksınız, gerekirse devlet ya da üniversite araştırma hastanesinin ilgili servisine yönlendirileceksiniz, böylelikle hastanelerin üzerindeki gereksiz yük hafifleyecek ve devletin sağlık harcamaları azalacaktı. Fakat Avrupa ülkelerinde başarılı bir şekilde işleyen aile hekimliği, ülkemizde sağlık hizmetlerinin ilk basamağı olamadı. Herkes kendinin doktoru, kendi kendisine teşhis koyuyor, uygun olduğunu düşündüğü polikliniğe/doktora gidiyor.
Sağlıkta büyük atılım olarak sunulan şehir hastaneleriyle ise, ortaya yepyeni bir sağlık politikası konuyor; devlet, devasa şehir hastaneleri ile kamu sağlığını gözeten temel politikasını radikal ve geri dönülmez bir biçimde terk ediyor.
AKP'NİN İNŞAAT İMPARATORLUĞU
AKP iktidarı, kent içindeki imara açık arazilerin tükenmesi ile daha önceki iktidar dönemlerinde olmayan ve “metasız mekanı metalaştıran” yeni bir rant ekonomisine dayalı bir inşaat imparatorluğu kurdu.
Kamu özel ortaklığı (KÖO) ile yapılan her proje, dünyanın büyüğü, en geniş açıklığı olanı, en çağdaş olanı gibi tamlamalar ile halkın hizmetine ve yararına projeler olarak lanse edildi. En büyük eşittir en iyidir denklemi kuruldu ve toplum tarafından hiç sorgulanmadan kabul gördü. Zaten AKP’nin yarattığı görkemli 2023, 2053 ve 2071 hedeflerine de daha aşağısı layık olamazdı.
Yaratılan bu görkemin gizlediği formül, metasız mekanı metalaştırmak. Kamuya ait yapılar tek bir proje ya da kompleks altında birleştirilerek (üçüncü havalimanı, üniversite kampüsleri, askeri alanlar ve şehir hastaneleri gibi) kent dışına taşınmakta, taşındıkları boş araziler metalaşmakta ve kent içinde yeni değerli kent arazileri yaratılmakta. Bu süreçte KÖO modeli ile özel sektöre büyük sermaye aktarımı yapılırken, hükümet ve asıl bizler de geleceğe ciddi bir biçimde borçlanmaktayız.
HASTANEDEN FABRİKAYA
Hadi şehir hastanelerinin ne olduğu ve ne olmadığını mekan üzerinden okuyalım:
Şehir hastaneleri hastane değiller, hasta üreten fabrikalar. Devlet, inşaatı yapan ve işletmesini alan firmaya yüzde 70 doluluk yani hasta yatış garantisi veriyor. Bu durumun doktorlar üzerinde nasıl baskı yarattığını tahmin etmek mümkün. Şehir hastaneleri on binlerce metrekarelik büyüklükleri, binleri aşan hasta yatakları ile devasa bir sistem. Hasta yatış kararı, doluluk kaygısı ile teşhis ve ayakta tedavinin önüne geçiyor. Bir kere işletmenin elinde olan tıbbi görüntüleme cihazlarının “sağlık bandına” girdiğiniz anda yeni hastalıklar üretiliyor, farklı servisler arasında mekik dokuyor ve nihayet kendinizi bir odada buluyorsunuz. Sistem mütemadiyen hasta üretiyor. Tek kişilik lüks, 30 metrekare televizyonlu, otel odası benzeri hasta odaları, arka planda hasta üreten sağlık bandını ve yüzde 70 doluluk garantisi baskısını gizliyorlar.
İkinci olarak şehir hastanelerinin kentin içinde olmadıkları kesin. Devasa hastaneler için ancak kentin dışında arsa bulunabiliyor. Hem ucuz hem henüz meta değeri düşük. Kent içindeki hastaneler kapatılıyor, hepsi tek bir çatı altında ya da büyük bir kompleks içinde toplanıyor. Sağlık çalışanları, diğer hizmetliler, hastalar ve hasta yakınları ile her gün yaklaşık 20 bin insanın kentin farklı yerlerinden, tek bir noktaya taşındığını düşünün. Kentin ağırlık noktasını değiştiren çok büyük bir hareketlilikten bahsediyorum. Çoğunun, tıpkı İstanbul Havalimanı gibi ulaşım altyapısı yok. Belli bir noktadan sonra ring seferleri ile bu insanlar, taşıma suyla değirmen misali hastaneye taşınıyorlar. Oysa kentin içine homojen olarak yayılmış hastaneler sadece hastaneye değil sağlığa ulaşımı kolaylaştırır. Ancak kent içi arsayı sadece rant olarak gören AKP’nin inşaat imparatorluğu için bu bir alternatif değil. Bu yüzden şehir hastaneleri, fabrikalar gibi arazinin ucuz olduğu kent dışı alanlarda inşa ediliyorlar.
Hollandalı mimar Rem Koolhaas, daha 2000’li yılların başında havaalanı, üniversite, müze gibi kamusal alanların toplam metrekarelerinin sürekli azaldığı ve hediyelik eşya dükkanları, kafe gibi alanların metrekarelerinin arttığı yönünde bir tespitte bulunmuş ve bu mekanların asıl işlevlerinden giderek uzaklaştığına dikkat çekmişti. Şehir hastaneleri, Koolhaas’ın bu saptamasının çok önüne geçiyorlar.
Cumhurbaşkanı ve AKP Genel Başkanı Erdoğan, bir konuşmasında hayali olan şehir hastanelerinden bahsederken, hastalar yerine müşteriler ifadesini kullanmıştı. O an, bu konuda nadir dürüst olduğu anlardan biri olmalı. Şehir hastanelerinde üretilen hastalar, hasta yakınları, doktorlar, diğer sağlık çalışanları, temizlikçiler vs. ikinci bir üretim bandından geçerek, gerçekten birer müşterilere dönüştürülüyorlar. Her biri birer AVM mantığındalar. İçlerinde mağazalar, kafeler, pastaneler bulunuyor. Her yerde reklamlar var. Tabii alışverişe gelmiş sağlıklı tüketiciler ile sıra bekleyen hastaların tezat oluşturduğunu kaçırmamak lazım. Ama mimarlığın bu gibi durumlara çözümü 3D olarak hazırlanmış ve mekanlar içine yerleştirilmiş “olmayan insanlar.”
CCN İnşaat’ın internet sayfasında Ankara Bilkent Şehir Hastanesi ile ilgili şu ifadeler yer alıyor. “Projede yer alan tüm bu bölümlerin girişlerinde ve iç bölümlerinde toplam 35 adetten oluşan ticari alanlar siz yatırımcılarını bekliyor. (…) Opsiyonel tasarıma imkan veren iç bölümdeki yan yana ticari alanlar, istenir ise birleştirilecek gibi projelendirildi. Bilkent mevkiinde (..) ve Ankara Şehir Hastanesi yanında yer alan 250 bin metrekarelik alanda yatırımcılarına ve ziyaretçilerine de farklı fırsatlar sunacak. (…)Türkiye’de yeni uygulanmaya başlanan sağlık sonrası bakım hizmeti verecek servis konutları, ofisler, mağazalar, otel, klinik, eğlence merkezleri, yeme içme alanları ziyaretçilerine aradıklarından çok daha fazla bir hizmet sunacak.”
Sanırım yatırımcılara ve müşterilere yönelik bu davetkar açıklama şehir hastanelerinin ne olduklarını ve ne olmadıklarını gayet güzel anlatıyor.
KÜÇÜK GÜZELDİR YA BÜYÜK NEDİR?
Şehir hastaneleri metrekarelerle, adetlerle, içlerinde kaçar tane ne oldukları ile, aynı anda kaç kişiye hizmet edecekleri ile sunuluyorlar. Hepsi de baş döndürücü büyük rakamlar. Yapıların kendilerine bakıldığında görkemli duruyorlar. Belki bu büyüklük bazılarına güven verebilir ama gerçek hiç de öyle değil.
Şehir hastaneleri Erdoğan’ın alamet-i farikası değil. Örnekleri daha önce dünyada, Kanada ve özellikle de İngiltere’de denendi. Tam da özel sektörün kârlılığı arttırma girişimlerinin ön plana çıkması ve kamu sağlığının ikinci planda kalması, doluluk oranlarının düşmesi, kullanışsız olmaları ve işlevlerini yerine getirememeleri gibi nedenlerle başarısız oldu.
Evet, bütün o baş döndürücü büyük rakamlar yan yana sıralanınca, büyük hantaldır. Biçimin hantallığı, mekanın ve sistemin hantallığına eşitleniyor. Derinlikler, karanlık alanlar yaratıyor. Elektrik ve aydınlatma giderleri artıyor. İçerinin, dışarısı ile ilişkisi kayboluyor, AVM’lerde olduğu gibi. Yapının işletme, havalandırma, temizlik, yönetim maliyetleri artıyor. Bürokrasisini kontrol etmek gittikçe zorlaşıyor.
Mesele sadece teknik bir mesele değil. Bir de orada yaşayan, yaşayacak olan insanlar var. Her tasarımda mimar, yapıdaki yaşamı tek tek kurar. İnsanların nasıl hareket edeceklerini, nerelerde toplanacaklarını, neler hissedeceklerini hesaba katar. Sevdiğim ifadeyle, mimar yapının senaryosunu yazar. Poliklinik odaları, planda görüldüğü gibi yan yana dizilmiş basit kutular değillerdir. Önündeki koridor herhangi bir yapının değil, bir hastanenin koridorudur. Hasta olma durumu ile empati kurulmadan düşünülen bir koridor, birbirine paralel iki uzun çizgiden ibarettir. Hele hasta iken kendini bir AVM’de hissetmekten daha sinir bozucu ve insanın güvenini sarsan bir şey olamaz.
Dünya standartlarında iyi bir hastanenin yatak sayısı 250 – 600 arası olarak belirlenmiş durumda. Daha büyüğü yukarıda saydığım sorunları yaratırken, küçük olanı, doktor ile hasta arasında insani ilişkilerin kurulduğu, kaliteli bir sağlık hizmetinin alındığı ve düzgün yönetilen yerler. En azından bu kadar küçüğünü hak ediyor olmalıyız.
SON SÖZ
AKP iktidarının kamu yapılarını yani havalanlarını, üniversiteleri, hastaneleri vb. bir çatı altında toplaması ve bu yapıların yönetimi için yarattığı devasa bürokrasi tehlikeli bir otoriterleşme eğilimini gösteriyor. Konumuz olan şehir hastaneleri özelinde baktığımızda, yukarıdan aşağı kesin bir hiyerarşi ve bunu destekleyen, çalışanlara ek yük olarak binen evrak işleri. Doktor ya da hasta fark etmeksizin insanların nicelleşmesi ve yönetilen özneler olarak görülmesi, toplu işten çıkarma ya da hastane içinde yer değiştirme hareketleri ile insan yönetimine zemin hazırlıyor. Kaliteli emeğin değersizleşmesi ve sömürüsü, insanları buralara mahkum ediyor ve kitleler üzerinde kontrol gücü sağlıyor.
Okuma Önerisi:
Şehir hastaneleri üzerine çok yazıldı çizildi. Ama derli toplu bir okuma için Türk Tabibler Birliği Şehir Hastanelerinin İzleme Grubu’nun desteği ve Kayıhan Pala’nın derlemesi ile 2018’de İletişim Yayınları’ndan çıkan “Şehir Hastaneleri” isimli kitabı tavsiye ederim.