Popülizmin kullandığımız ihtilaflı kavramlar arasında müstesna bir yeri var. Söz konusu ihtilaf sadece kavramın siyasal tezahürlerinin ne olduğuyla sınırlı değil. Popülizmin ne anlama geldiği konusundaki uzlaşmazlık da bu çekişmenin kurucu unsurları arasında bulunuyor. Türkiye’de AKP ve Erdoğan’ın izlediği politikalara dönük popülizm değerlendirmelerinde de bu ihtilafın izlerini görebilmek mümkün. Kavram bazen demokrasinin, hatta meşru siyasetin tek mümkünlük zemini olan halka dayanma gibi olumlu bir anlamda kullanılıyor. Bazı durumlardaysa halk yardakçılığı veya oy avcılığı yapma gibi olumsuzlayıcı anlamıyla, eleştirel amaçlar için göreve çağrılıyor. Aktüel popülizm tartışmalarının bir başka boyutunu, demokratik yapıların küresel çapta yaşadığı sarsıntının yarattığı şok dalgaları oluşturuyor. Bu açıdan bakılınca, popülizm demokrasinin karşı karşıya kaldığı meydan okumaların kaynağı ve tabii çözüm arayışlarının da hareket noktası gibi görünüyor.
Ne var ki, Türkiye siyaseti için popülizmi cazip kılan nedenleri açıklarken içine düşmememiz gereken bir tuzak var. Çok boyutlu siyasi tartışmaların birçoğunda karşımıza çıkan indirgemecilik tuzağına kapılmamak gerekir. Tıpkı adalet veya özgürlük gibi kavramlarda olduğu gibi, popülizmin de net ve elverişli bir tanımını yapmak, ilk başta mümkünmüş gibi görünebilir: Popülizm halkçılıktır. Yani iktidarın asıl sahibi halktır, dolayısıyla yöneten de halk olmalıdır diyen yaklaşımın adıdır. Fakat kim yönetecek sorusundan, yönetecek olan kimdir sorusuna geçildiğinde işin hiç de öyle göründüğü kadar basit olmadığı anlaşılır. Egemen güç kimdir gibi temel sorulara doyurucu bir yanıt oluşturan bu açıklama, halk nasıl ve neyle yönetecek gibi tamamlayıcı sorulara geçildiğinde doyuruculuğundan çok şey kaybetmeye başlar. Çünkü halkın kimlerden oluştuğu ve “gerçek demokrasi” olduğu söylenen halk yönetiminin araç ve metotlarının ne olduğu konusunda giderilemez bir uzlaşmazlık vardır. Üstelik bugüne kadar, söz konusu uzlaşmazlıkların görsel kanıtlamalar veya akılcı tartışmalar yoluyla çözüme bağlanması da mümkün olamadı.
Hal böyle olunca, sadece benim görüşüm doğru diyen kibirli akademisyen kadar, tüm görüşler eşit ölçüde doğru veya yanlış diyen öz güven yoksunu yorumcu veya her görüşte doğrudan bir parça var diyen orta yolcu da görüş ayrılıklarının üstesinden gelemez. Nitekim geçen asır boyunca popülizme dair görüş ayrılıklarının çok farklı görünümlerinin ortaya çıktığına tanık olduk. Mesela kavramın 1920’lerdeki kullanımı, 1970’lerdekiyle özsel olan farklılıklar içeriyordu. Sonra Avrupa’da popülizme verilen anlam, ona Amerika kıtasında verilenden birçok bakımdan ayrışıyordu. Hatta Amerika kıtasının kuzeyi ile güneyi, Arjantin veya Brezilya’nın sağı ile solu arasında da kavramın içeriğine ve kullanımına dair uzlaşmazlıkların etkilerini görebiliyoruz. Sorun sadece tek bir kelimenin farklı zaman ve mekânlardaki tezahürünün yarattığı etkilerden ibaret değil. Farklı veya birbirini dışlayan kavrayışları da tek bir kavramın bohçasında toplayan bir süreç de işliyor. Kısacası popülizmden söz ettiğimiz her durumda kendimizi, zıt ve değişken kullanımlar aracılığıyla ilmik ilmik örülmüş bir anlam ağında asılı kalmış buluyoruz.
Popülizm kavramının Türkiye’deki tarihsel seyri de bundan farklı bir manzara sergilemiyor. Halk, yalın haliyle ahaliyi yahut yaratıcının yeryüzünde hükümdarın yönetimine emanet ettiği yaratılanlardan oluşan insanlar topluluğunu oluşturuyordu. Ancak II. Meşrutiyet ile birlikte halkın bir yönetim nesnesi olmaktan çıkarıldığını ve seküler bir siyasi program için din dışı bir meşruiyet kaynağı olarak yeniden tarif edildiğini görüyoruz. Bu dönemin halkçılık anlayışının programatik amacını hakla bütünleşme biçiminde tanımlamak mümkün. Yani popülizm Batılı toplumların kültürel kazanımları ve eğitsel değerleriyle donanmış yerli aydınların, bu birikimleri kendi toplumuna taşıması anlamında “halka doğru” yönelmesini anlatıyordu. Sonradan Halk Fırkası adı altında örgütlenen bu aydın kadroların, Atatürkçülüğün ilkelerinden biri olarak tarif ettiği ve bugün de halen CHP’nin altı okundan biri olan halkçılığın siyasi hedeflerini bu çerçevede anlamak mümkün.
Ancak burada halk, şimdi ve burada var olan ahaliyi anlatan bir terim olarak kullanılmıyordu. Halk derken, daha çok, Batılılaşmanın gereklerine göre yeniden icat edilmesi gereken, egemenliğin soyut ve normatif bir ilkesinden söz ediliyordu. Türkiye’de popülizme dair siyasi tartışmanın, yani kim yönetecek sorusuna yanıt arayışıyla ortaya çıkan ihtilafın tarihsel çerçevesini bu ilkeye verilen tepkiler oluşturur. Bu tepkilerden ilk ikisi, ahaliyi bu halkçılık ilkesine karşıt olarak yeniden siyasallaştırmayı amaçlıyordu. İlk tepkinin “Yeter! Söz milletindir!” sloganıyla tartışmayı çoğulcu demokrasi anlayışı üzerinden yeniden kurmak maksadıyla açığa çıktığını görüyoruz. Millet halka karşıt olarak ve kim yönetecek sorusuna verilecek yanıtın öznesi olarak öne çıkarılıyordu. Söz konusu zıtlıktan beslenen gerilim, uzun yıllar boyunca çok partili hayatımızı besleyen ana damarlardan biri oldu. İkinci tepki, 60’ların ortalarından itibaren hız kazanan sermaye birikimi ve şehirleşme ile beraber açığa çıkan işçi, köylü ve gençlik hareketlerinde vücut buldu. Atatürkçülükte “imtiyazsız, sınıfsız kaynaşmış bir kitle” olarak tarif ettiği halk, birbiriyle çatışan sosyal sınıflardan oluşan bir bütün olarak tarif ediliyordu. Bu dönemde ortaya çıkan halkçı hareketlerin, kim yönetecek sorusuna verdikleri yanıt, toplumun emekçi kesimlerine atıfla, “Söz, yetki, karar, iktidar halka!” oldu.
Türkiye’de popülizm tartışmasının üçüncü evresini Özal döneminde uygulanan neoliberal siyasi ve iktisadi çerçeve oluşturdu. Özalcı siyaset, popülizmden münhasıran iktisadi rasyonaliteye aykırı bir şekilde yönetilen ekonomiyi ve buna uygun olarak yapılandırılmış siyasi çerçeveyi anlıyordu. Bu çerçevede, ilk iki tepkiden farklı olarak ahaliyi yeniden siyasallaştıracak farklı halk tariflerine değil, teknik ve özerk çözümleri mümkün kılacak şekilde ahalinin siyasetten uzaklaştırılması hedefine odaklanmıştı. Böylelikle ücret zammı, istihdam, gecekondu affı gibi “halk yardakçısı” popülist politikalara karşı, akılcı ve üretken bir ekonomik ve toplumsal işleyiş amacına odaklanan bir uzmanlar veya “prensler yönetimi” ön plana çıkarılmıştı. Popülizmin bu eleştirisi, önceki dönemde uygulanan yeniden bölüşümcü sosyal ve siyasal programlara dönük bir tepkiydi.
Günümüzde siyasi iktidarı elinde bulunduran AKP, kendini bir yandan Menderesçi millet ve halk zıtlığının, diğer yandan Özalcı teknik ve özerk “prensler yönetiminin” mirasçısı olarak görmektedir. AKP’nin popülizm ile olan imtihanının sonucu, “şehit Menderes” ile “rahmetli Özal” söylemleri arasında sıkışmış parti siyasetinin yarattığı problemleri çözebilme kapasitesi tarafından belirlenecek. AKP’nin bir yandan milleti iktidarın asıl sahibi olarak tarif ederken, diğer yandan “teknik ve özerk” olmak adına, örneğin erken yaşta emeklilik tartışmasını oy avcılığı olarak reddettiğini görüyoruz. Bir yandan vesayetçiliğe ve darbeciliğe karşı “gerçek demokrasi” savaşçısı olarak öne atılırken, diğer yandan demokrasiyi mümkün kılan kurum ve yöntemleri reddettiğini görüyoruz. Aslında AKP popülist siyasetle olan “iltisakının” izahını da bu reddiyelerde buluyoruz.
Popülizm hakkındaki tüm belirsizliklere rağmen, üzerinde geniş bir görüş birliği olan bir husus vardır. O da şudur: Popülizm kalın değil, ince bir ideolojidir. İnce ideolojiyle kastedilen, yaşamın insanların karşısına çıkardığı tüm sorunlara çözüm üretebilme becerisinden yoksun olmaktır. Daha önce de vurguladığım gibi, popülizm sadece siyasetin temel sorusuna açık ve tutarlı bir yanıt üretebilmekte, siyaseti ne ise o yapan diğer meseleler konusundaysa belirgin bir çözüm üretememektedir. Güncel popülist söylemlerin tümünün ortak noktası, egemenliğin ve iktidarın gerçek sahibi olarak halkı tarif ederken, egemenliği sınırlandıran kurumları yine tek gerçek demokratik yöntem” olarak benimsedikleri halk oylarıyla aşmaya çalışmalarıdır. Bu durumda AKP’nin popülizmle kurduğu seçici ve çelişkili bağının anahtarını, onun yarattığı bu sınırsız iktidar kullanımı olanağında olduğunu söyleyebiliriz. Popülizmin cazibesi ve tabii demokrasi için yarattığı tehlike, AKP’nin ve Erdoğan’ın iktidarını korumaya hizmet ettiği ve onun sürekliliğini sağladığı müddetçe benimsenen seçimlik ve kısmi bir ideoloji olarak siyasi arenada kullanıma sokulmuş olmasıdır. Yoksa sadece Türkiye'yi değil, bütün dünyayı ahali yönetsin, inanın hiç itirazım olmaz.