Fotoğrafların anlattığı hikayeler çok ilgi çekicidir. Peki anı yakalayan, o insanı bu yüz ifadesiyle/duruşla, şu manzarayı bu açıyla çeken fotoğrafçı? Onun hikayesi nasıldır? Erman Tamur, Ankara’da Fotoğrafçılık ve Posta Kartları (1890-1960) kitabında Ankara’da fotoğrafçılık ve posta kartlarının serüvenini anlatıyor. Hem de fotoğrafçıların kendi başına ilgi çekici birer kitap olabilecek hikayeleriyle…
Çocukluğumda ve gençliğimde içinde çoğunlukla sepya aile fotoğrafları ve portreler bulunan şık albümler misafir odalarının orta sehpalarına yerleştirilir, seçili anlarla “çerçevelenmiş” kurucu aile hikayesi yabancı nazarlara sunulurdu. Bu albümlerde göz kamaştırıcı mutluluk tabloları, saygıdeğer aile büyükleri, sevgili ölüler, başarı ve kahramanlık hikayeleri arz-ı endam ederlerdi. Bu anlamıyla, şimdilerde nasıl görünmek istiyorsak öyle kurguladığımız sosyal medya, özellikle de instagram profillerimize çok benzerdi albümlerimiz.
Kendimi bildim bileli, sahiplerini hiç tanımasam da albümleri karıştırmayı, oralardaki fotoğraflardan yola çıkarak hikayeler (albüm sahiplerininkinden farklı hikayeler ama) kurmayı, onlarla avunmayı çok severim. Fotoğraflarda boy gösteren insanları, onları saran kıyafetleri, bezeyen aksesuarları, yüzlere oturmuş ifadeleri, “o ana adanmış” bedenleri, fon teşkil eden mekanları… Hem kişisel, hem de toplumsal dönüşümlerin resm-i geçididirler fotoğraflar. Manzara fotoğrafları, çoğunlukla ünlülerin portreleri, doğadan ayrıntılar, toplu fotoğraflar, törenlerde çekilmiş karelerden oluşan ve 1860’larda kullanılmaya başlayan kartpostallar, kısa mesajın ilk hali oldukları dönemlerde iki işlevliydiler. Hem albümlere konur, hem de arka yüzlerine sevgi sözcükleri, saygı ifadeleri, arz-ı haller, kutlamalar, latifeler karalanarak (çoğunlukla zarfsız veya zarfı yapışkansız yollandıklarından mahremi kollayarak) postalanırlardı. Bu fotoğraflar, fotoğraf makinesine sahip olan insan sayısı sınırlı olduğu için profesyonel fotoğrafçılar, fotoğrafhane sahipleri tarafından çekilir, tab edilerek satışa sunulur veya özel zarflarda sahiplerine teslim edilirlerdi.
OBJEKTİFİN ARKASINDAKİLER
Fotoğrafların anlattığı hikayeler çok ilgi çekicidir. Peki anı yakalayan, o insanı bu yüz ifadesiyle/duruşla, şu manzarayı bu açıyla çeken fotoğrafçı? Onun hikayesi nasıldır? Erman Tamur, Antranik’ten Foto Rıdvan’a, Mugamyanlar’dan Gökçeatam’a, Ankara’da Fotoğrafçılık ve Posta Kartları (1890-1960) başlıklı kitabında, henüz başkent olmamış Ankara’yı ilk fotoğraf karelerine yerleştiren Fransız arkeolog George Perrot’dan 50’li yıllarda uğrak yeri olan fotoğraf stüdyolarına, Ankara’da fotoğrafçılık ve posta kartlarının serüvenini anlatıyor. Hem de fotoğrafçıların kendi başına ilgi çekici birer kitap olabilecek hikayeleriyle… 25 yıldan beri Ankara tarihi, yerel kültürü üzerine çalışan, arşiv malzemesi biriktiren Tamur, Ankara’nın keçileri ve derelerinden sonra fotoğrafçılarını da şehrin tarihine yerleştiriyor.
Tamur’un hikayelerine ışık tuttuğu fotoğrafçılardan ABD’li iki genç, şehrin en eski fotoğraflarını çekiyorlar. 1891’de Ankara’ya gelen ve bisikletle 15 bin milden fazla mesafe katederek o dönem için rekor kıran Sachtleben ve Allen, şehirde o kadar dikkat çekiyor ki, halkın şeytan arabası dediği bisikletleri ve kara kutu dediği fotoğraf makineleri bir yana, haritalarını yere yayarak görmedikleri şehirlerin adlarını zikretmeleri, hatta defterleri ve dolma kalemleri bile hayret uyandırıyor ve dile dolanıyor. Maceracı iki gençten, konsolos yardımcısının da göründüğü İngiliz konsolosluk binası ile dönemin valisi, Abidin Paşa ve omuz başında duran oğlunun (Abidin Paşa, Abidin ve Arif Dino’nun dedeleridir) fotoğrafları kalıyor günümüze.
Onlardan birkaç yıl sonra, 1893 yazında Fransız Eğitim Bakanlığı’nca Anadolu’da arkeolojik kazıyla görevlendirilen Madam B. Chantre gündelik hayatını ve arkeolojik mirasını belgeliyor Ankara’nın. Onun fotoğraflarından üretilen kartpostallardan kadınların sokaklarda aylakça dolaşmalarının yadırgandığı bu küçük şehirde çektiği fotoğraflara bakarak Hıristiyan kadınların da ev dışında çarşaf giydiklerini öğreniyoruz. Bent Deresi kıyısında poz veren Madam’ın kendi silüetini de görüyoruz. Halk arasında “kız taşı” denen ve hala ayakta olan Julianus sütununun ilk kartpostalları da onun çektiği bir fotoğraftan üretiliyor.
Tamur’un araştırması bizi iki ilgi çekici fotoğrafçıyla daha tanıştırıyor. İlki, 1. Dünya Savaşı yıllarında Anadolu Bağdat Demiryolları İdaresi görevlisi olarak şehre gelen Guillaume Berggren. Fransız işadamı Albert Kahn’ın “Gezegenin Arşivleri” başlıklı koleksiyonu için Türkiye’ye gönderdiği bir fotoğrafçı Ankara’ya da geliyor ve renkli fotoğraflar, videolar çekiyor. 2. Abdülhamid’in 19. yüzyıl’ın sonunda Mühendishane-i Berri Hümayun’da yetişen fotoğrafçıları İmparatorluğun çeşitli şehirlerine yollayarak oluşturduğu albümde Ankara’dan karelerin de yer aldığını görüyoruz. Bu fotoğraflardan da birçok kartpostal üretiliyor ve bir kısmı günümüze ulaşıyor.
Başka birçok meslek gibi fotoğrafçılık da İmparatorluğun Müslüman olmayan nüfusu tarafından yapılıyor uzun yıllar. Fotoğrafçının yanı sıra poz verenler de gayrimüslimler. Ankara’da fotoğraf stüdyosu açan ilk fotoğrafçı, İstanbul’da ünlü Abdullah Biraderler’in (Abdullah Freres) yanında yetişen Antranik Cevahirciyan. Onu Mugamyan ve Pernayan takip ediyor. Cevahirciyan Ankara’ya gelen ilk treni ve Elmadağ’dan Ankara’ya suyun ilk geliş anını görüntülüyor. Osmanlı Dönemi’nin ilk ve tek toplu konut uygulaması olduğunu öğrendiğimiz, Bosna göçmenleri için yapılan binaların (Boşnak Mahallesi) temel atma törenini de Cevahirciyan fotoğraflıyor.
'ATATÜRK FOTOĞRAFÇILARI'
Tamur, “Atatürk fotoğrafçıları”ndan da söz ediyor uzun uzun. Bunlardan birkaç tanesi özellikle dikkate değer. Esat Nedim mesela, başkumandanlık fotoğraf subayı olarak görev yaptığı yıllarda, Mustafa Kemal’in güvenini kazanıp, o dönem şehre gelen Fikriye’ye eşlik ediyor, Çankaya Köşkü’ne gelen misafirleri karşılıyor. Sonraki yıllarda da Latife Hanım’ın maiyetine giriyor. Uşakizade ailesi, kızları ve damatlarını görmeye geldiklerinde Köşk’ün önündeki aile fotoğrafını da o çekiyor.
1923’te Mustafa Kemal’in fotoğraflarını çekme hevesiyle, Foto Fransız adlı fotoğrafhanesine kilit vurup İstanbul’dan Ankara’ya gelen Jean Weinberg, sürekli meşgul Mustafa Kemal’le karşılaşmak için 45 gün beklemek zorunda kalıyor. O süre boyunca şehirde dolaşıp Ankara’nın semtlerini, insanlarını, yapılarını kayıt altına alıyor. O 45 günde başka neler yaptığını öğrenmek ne kadar heyecan verici olurdu. Weinberg’den bahsetmişken Othmar Pferschy’den söz etmemek olmaz. Tamur’un verdiği bilgiye göre Pferschy turist olarak geldiği İstanbul’u çok sevip orada yaşamaya karar veriyor. Fakat bilmediği bu şehirde hayatını kazanması gerekmektedir. Bu arayış içindeyken karşısına çıkan ilan sayesinde Weinberg ile tanışıyor ve onun stüdyosunda çıraklık etmeye başlıyor. Maceracı olduğu kadar yetenekli ve azimli bir adam da olmalı ki, kısa sürede mesleğin inceliklerini öğreniyor. Pferschy, 1935-40 arası Vedat Nedim Tör’ün çağrısıyla Ankara’da, Matbuat Umum Müdürlüğü’nde çalışacaktır. Tamur’dan öğrendiğimize göre, bu dönemde şehirde çektiği fotoğraf sayısı 16 bin. 1953’te çekilen ve tamamı Ankara’da geçen ilk film olan Kaderin Mahkumları da onundur. 1951’de, bu kadar emek verdiği devletin uyruğuna geçme talebi ikinci kez reddediliyor. Belgesel niteliğinde fotoğraflar çekmiş olan Osman Darcan da onun rahle-i tedrisinden geçmiştir. (Bkz. Bir Fotoğraf Ustasının Yaşam Öyküsü Osman Darcan 1909-1963, Uğur Kavas, Dumat Ofset)
Erman Tamur’u böyle bir çalışma yapmaya sevk eden M.B. damgalı esrarengiz kartpostallara gelecek olursak… İşte başlı başına araştırılmaya ve anlatılmaya değer bir hikaye daha. Tamur, ince işçiliğiyle M.B. damgalı fotoğrafların 1900’lerin başında fotoğrafçılığa başlayan, on yıl içinde çok sayıda Ankara kartpostalı bastıran Mugamyan Kardeşler’e ait olduğunu tespit ediyor. Mugamyanlar, 1. Dünya Savaşı döneminde Ankara’yı terk etmek zorunda kalıyorlar, 1927’de döndüklerinde stüdyolarına Foto Türk adını veriyorlar. Tehcir, ardından 1916 Ankara yangını, şehirlerinde kalabilen kadim gayrimüslim nüfusu, özellikle Rum ve Ermenileri “güvercin tedirginliğinde” yaşamaya mahkum etmiş olsa gerek. Birçok gayrimüslim ticaret erbabının isimlerini kullanarak iş görmekten çekindiklerini biliyoruz. Mugamyanlar’ın stüdyolarına verdikleri isim de sosyal dışlanmaya, önyargılara yönelik bir önlem gibi görünüyor. 1927-28 arasında Ankara’da çektikleri çok sayıda fotoğrafın kimisinde fötr şapkaları, takım elbiseleriyle kendileri de boy gösteriyorlar. Bıraktıkları gibi bulamadıkları şehirlerinde bir misafir, bir turist gibi fakat özlemle dolaştıklarını düşündürüyor bana bu oyunbaz ama hüzünlü kareler. Bu fotoğrafları sadece ticari amaçla çekmedikleri belli. Yoksa her kareye dahil olmazlardı.
Yazının başında aile albümlerinin sosyal medya profillerine benzediklerini söylemiştim ya. 40’lı yıllardaki “gör-çek” fotoğrafları da günümüzün selfie’lerinin önceli. Ankaralı fotoğrafçı Fikret Kaftan’ın keşfettiği bu teknikle, stüdyoya gidip vereceği pozu da seçerek kendilerini ister yalnız, ister grup halinde fotoğraflayabiliyor insanlar. Kaftan’ın bu keşfini, ticari zekası daha parlak bir İstanbullu, Ali Yıldız yaygınlaştırıyor ve bu dönemde birçok şehirde gör-çek çılgınlığı yaşanıyor.
Tamur bize erken Cumhuriyet döneminin seyyar fotoğrafçılarını da hatırlatıyor. Şipşakçı da diyebileceğimiz bu fotoğrafçılardan kalan çok sayıda sokak fotoğrafı, insanları devinim halinde gösteriyor. Aile albümlerinin değerli bir parçası olmaları bir yana, bu fotoğraflardan yola çıkarak artık yerinde olmayan yapılar, sokak, cadde, meydan ve ticarethaneler, gündelik hayatın, maddi kültürün nasıl dönüştüğü hakkında bilgi edinebiliyoruz. Stüdyolarda çekilen karelerde ise ailenin, ritüellerin dönüşümü hakkında fikir sahibi oluyoruz. Poz verenlerin kullandıkları aksesuarlar (kitap, gazete, saat, çeşitli oyuncaklar, incik-boncuk, şapkalar, çiçekler) ve fotoğrafhanenin dekoru (farklı mevsimleri gösteren manzaralar, kent hayatından sahneler, sütunlar, bahçe mobilyaları) da araştırmacılar için kayda değer bir arşiv malzemesi.
Tamur’un hazırladığı kitapta karşımıza çıkan her fotoğraf meraklısı veya ustası, fotoğraflamayı seçtiği karelerle şehri kendi meşrebince yeniden inşa ediyor. Her birinden Ankara’ya dair birer fotoroman kalıyor geriye. Peki bu kartpostalların arkalarına karalanan mesajlar? Tamur, az da olsa bunlardan alıntı yapmış. Bu alıntılar da dönemin gündelik yaşayışına, siyasi, iktisadi, kültürel, kentsel dönüşümlere, ailevi ilişkilere, kişisel arayışlara, özlemlere gönderme yapmaları bakımından önemli. Bunların da benzer çalışmalar için malzeme teşkil edebileceğini söyleyip, İstanbul’da bırakmak zorunda kaldığı Pakizeciğine Ankara’dan, Sıhhiye Meydanı manzaralı bir posta kartı atan İzzet’e kulak verelim:
“Pakizeciğim
Burada her şey eyi fakat mesken buhranı feci gibi görünüyor. Parayı aldın mı? Cümle akrabaya selam eder, seni hasretle öperim.”
Bu haftanın kitapları, Erman Tamur’un Ankara tarihi ve kültürüyle ilgili diğer iki kitabı olsun:
* Ankara Keçisi ve Ankara Tiftik Dokumacılığı -Tükenen Bir Zenginliğin ve Çöken Bir Sanayinin Tarihsel Öyküsünden Kesitler, Ankara Ticaret Odası Yayını, 2003.
** Suda Suretimiz Çıkıyor - Ankara Dereleri Üzerine Tarihi ve Güncel Bilgiler, Kebikeç Yayını, 2012