Şehrin göçü

Dar sokaklardan şehre doğru ilerleyen kadınlar hatırlıyorum. Sadece kadınlar mı? Yoğurt pazarı, Dabanoğlu, Fatihpaşa, Kore mahallesinden çıkan yaşlılar, çocuklar, hastalar, gençler… Bir salgından kaçar gibi dağılıyorlar şehre. Kimi bir masayı, bir çuval unu kucaklamış, kimi hasta çocuğunu, yağ tenekesinde büyütmeye çalıştığı zakkumu … Kimi kuşlarını…

Abone ol

Ömer Aydeniz

Dünyayı bir tek utanç kurtarabilir / Ingmar Bergman

Bölünmüş bir tarihin üstünde yürüyorum. neresinden geçsem üstüme yıkılacak gibi. Naif kelimelerle eşiyorum üstünü, avuçlarımda küle dönüyor; şarkı ve hayal… Avuçlarımda küle dönüyor; şehir… Susmanın binbir anlamıyla sarıyorlar şehri. Susmanın utançla bir ilgisi var diyorum. Susmanın korkuyla bir ilgisi var diyorum. Susmanın inanmamakla ilgisini kuruyorum. Susmanın umutsuzlukla ilgisini daha sonra… Susmak intihar mı diye düşünüyorum. Susmanın sessizlik olmadığını biliyorum, bedenlere giydirilemeyen bir elbise olduğunu da. Susmak içsel bir şey mi diye soruyorum. Ama susmanın göçle ilgisi ne?

Şehirden dar sokaklara doğru ilerleyen kadınlar hatırlıyorum. Sur içinde hasırlı diye bir mahalle vardı. Birçok sokağın birbirine açıldığı ve rengarenk birkaç katlı evlerin iç içe geçtiği doksan sonrasına daha da genişleyerek sarkan bir getto. sokaklarında bildiğiniz çocuklar… Bilyenin hüznüne, gazoz kapağının çamuruna dokunan çocuklar… İkindiyle birlikte evlerinden mahalleye çıkan ve beyaz tülbentler takan orta yaşlı kadınlar görürdünüz. Kapı önlerine atılan kürsüler, minderlerle birlikte günün ilerleyen saatlerinde hem konuşup hem de akşam yemeği için hazırlık yapan insanlar. Fotoğraf çekmek için gezinen birçok insan olurdu bu sokaklarda ya da mahalle içinde bulunan Mardinkapı ortaokulunun öğretmenleri geçerdi arada bir veya nedensiz gezinen hiç tanımadıkları yabancılar. Her defasında kadınlar, ilk iş tülbentlerini yoklarlardı. Saçlarını ve yaşamlarını saran, korunaklı bir yaşamın şifresi gibi, sürekli başlarında taşıdıkları bu tülbendin basit bir bez parçasının ötesindeki anlamlarını giyinirlerdi. gökyüzünde güvercinler uçusurdu Xançepek’ten, Hevsel’e doğru…

Güvercinler uçuşuyor birkaç katlı evlerin, kırgın kırık damlarında. En çok güvercinlerimi sevdim, dedin ya bana, daldım. Neyi severdim en çok? Herkes bir şeyleri seviyordu; kedilerin kuyruğuna teneke takmayı seven çocuklar, yerlere balgam atmayı seven adamlar, semtin duvarlarına kin yazıları yazmayı seven eller… Annen çay getirmişti. Geniş bir sininin içine koyduğu kahvaltılıkları damın kenarında duran kürsünün üstüne bırakıp, acelece beyaz tülbendini düzelttikten sonra; xoce tu ne birçî yî?* diye sormuştu. Sonra bir bebek sesi duydum aşağıdan ve kalkıp o sese doğru adımlarını hızlandıran anneni…

Dar sokaklardan şehre doğru ilerleyen kadınlar hatırlıyorum. Sadece kadınlar mı? Yoğurt pazarı, Dabanoğlu, Fatihpaşa, Kore mahallesinden çıkan yaşlılar, çocuklar, hastalar, gençler… Bir salgından kaçar gibi dağılıyorlar şehre. Kimi bir masayı, bir çuval unu kucaklamış, kimi hasta çocuğunu, yağ tenekesinde büyütmeye çalıştığı zakkumu … Kimi kuşlarını… Sesimin, bedenimin içinden geçer gibi ilerliyorlar. Neden; durun, bu sokaklar bizim, diyemiyorum. Önümde duruyor yıllardır tanıdığım yaşlı adam ve avucunu açıyor; xoce tu dikarî heqê şorbeyekê bidî min** Kelimelerle bir urganı geçiriyor boynuma. asılı kalıyorum o zamanda.

Önce perdelerle örttüler sokakları, rengarenk perdelerle; mavi, mor, yeşil, sarı, siyah…. Kilit taşlardan bariyerler kurdular ve eşeleyip toprağı Sur’u gömdüler. Ardından gelenler seve seve toprak attı üstüne. Xoce malê me tune ye, em herin ku derê?*** Yaşlı, genç bir bir çıkıyorlar sokaklardan. Gözden çıkarılmış mekanları geride bırakarak; gözden çıkarıldıklarını bilerek. Çocukları düşünüyorum; esrar satan, çıraklığa koşan, evlerine ekmek taşıyan çocukları… Bıçaktan bir yaşamın üstünde yürütülen çocukları. Her gün ülkelerinden kovulan çocuklar birikiyor köşe başlarına, kıyılara vuran bebeler. okul okul, vakıf vakıf, ev ev istismara uğrayan çocuklar. utanç damlıyor diye sayıklıyorum, utanç damlıyor dünyanın çatısından, ama yaşıyoruz işte!

Haftalarca sürdü bu göç. Kimi günlerce evinin içinden çıkmadı. Kimi çocuğunu çıkarmak için kaldı. Kimi gidecek yeri olmadığı için… Sadece yaşamak için çıktı çoğu. Ne düşündükleri ne hissettikleri kimsenin umurunda değildi. Kırgın mevsimlere akan şarkılar gibi gittiler; arkalarında metalin yıkıcılığını bırakarak… Gölgeleri de mi yoktu? duvarlardan, kapılardan, bedenlerden geçerek gittiler.

Gözlerimi kapatıyorum, yine de geçip gittiklerini görüyorum. Kimi eski bir halısını kucaklamış, tek kişilik koltuğunu kimi. El arabasına bıraktığı yatalak annesini uzaklaştırıyor kimi, bebeğini, ilk fotoğrafını, anılarını…. Yastığını, yorganını almış biri. aynı gün değil, günlerce sürüyor bu terk ediş. Her gün biraz daha eksiliyor sokak; eşya eşya, insan insan, anı anı… Sokaktan çıkanlar var ama girenler yok!

Aşefçiler ile Japon Pasajı arasında kurulu seyyar ciğercinin önünde közde pişen kebabı beklerken buluyorum kendimi. Aradan kaç ay geçti? Neden binlerce ışık yılı uzakta bulunan Andromeda Galaksisi gibi bir mesafeyi duyumsuyorum ki? Yüz metre ileride silah sesleri geliyor ama beni ciğerin iyi pişmemesi daha çok kaygılandırıyor. Satıcılarla pazarlık yapan kadınlar ilişiyor gözüme, el arabasına bıraktığı tavuklarını satanlar var mısır çarşısının önünde, vakıflardan atlet, don alanlar çıkıyor. Nasılsa sıradan bir gün diyorum. Ne dağ ne ova ne de odalar; hiçbiri haklı olacak kadar güçlü değil diyorum ve bir tılsım gibi hançepeğin o tek katlı evinden çıkıp, sokağın içinden şehre doğru yürüyen kadınla göz göze geliyorum. Çıkıyor kadın… Kucakladığı bebeğin bu anları hatırlamaması için mi bilinmez bebeğin yüzünü göğsüne kapatıyor. Tülbendini sallıyor çıkarken; beyaz tülbendini. İçinden ölü güvercinler mi düşüyor? Sokakta başını açmak tuhaf bir utanç veriyor gibi… Ama şimdi yaşamın içine doğru hiçbir şey hissetmeden ilerlerken; saçlarının aklığından, sokağın içtenliğinden medet umacak durumda değil. Sadece yaşamak istiyor…

Herkes bir sevdayı taşıyor bu mekana. Bir destanın ucundan tutup sesin içinden geçiriyor. Koca adamlar şarkı söyler mi hiç? Ama söylüyorlar… Alıp götürüyor uzaklara o dengbej evindeki yaşlı adam ve şalvarına dökülen ah’ları yeniden sesine iliştirip ağıda başlıyor. Sesin geldiği yöne bakıyorum ama gidemiyorum.

Ağıtların ortasında oturuyorum. Ölümleri asıyorum tek tek gözlerime… Nedensiz ölümleri… Hayalleri değiyor tenime. Nereye baksam aynı renk, kim astı gökyüzüne bu ah’ı?

xwezî ji min bihata û li ber wê şewreşê rawestîyama

xwezî ji min bihata û min dengê xwe biristana ew kuçana…****

Sesin geldiği yöne bakıyorum… Ama gidemiyorum…

Dalgınlığıma sızıp, incecik bir ekmeğin içine dizdiği kebabı, gazete kağıdına sarıp elime tutuşturuyor satıcı…

* Hoca, aç değil misin?

** Hoca, bir çorba parası verebilir misin?

*** Hoca evimiz yok, nereye gidelim?

*** Elimde olsa da dursam önünde o karanlığın/ Elimde olsa da sokaklarını dokusam sesimle