Sekiz genden oluşan sekizgen
Orlando Art’ın 8Gen adlı şiir minimalist kitapları projesinde, yirmişer sayfalık sekiz kitabı üst üste koyup yüz altmış sayfalık tek bir şiir kitabıymış gibi okuduğumuzda karnavalla karşılaşıyoruz.
Orlando Art’ın 8Gen adlı minimalist şiir kitapları projesi, her biri yüz üç adet basılan ve yirmişer sayfadan oluşan sekiz kitap/kitapçık halinde eylül ayında yayınlandı.
8Gen adının iki ayrı çağrışımı var. İlki, bir geometrik şekil; her köşesinde ayrı bir kitabın yer aldığı bir sekizgen. Diğeri, sekiz ayrı genin bir aradalığı. İki çağrışımı birleştirerek, sekiz ayrı genin oluşturduğu sekizgen biçimindeki bir genomdan söz edebiliriz rahatlıkla. Genom, bir gamette bulunan, türe özgü genlerin tümü anlamına geliyor. Şiir söz konusu olduğunda iddialı bir yaklaşım bu; bir türe (şiire) ait sekiz ayrı genin bir araya gelip bir bütün (sekizgen) oluşturması.
Bu sekizgendeki genlerin (şiirlerin/şairlerin şiir anlayışlarının) kimi ortak noktaları bulunmakla birlikte, genel anlamda birbirlerinden farklı olduklarını rahatlıkla söyleyebiliriz. En önemli özellikleri, bir araya toplandıklarında karnavaleks bir yapı oluşturmaları. Sözün özü, yirmişer sayfalık sekiz kitabı üst üste koyup yüz altmış sayfalık tek bir şiir kitabıymış gibi okuduğumuzda, bir karmaşayla değil, karnavalla karşılaşıyoruz. Zaten karnaval dediğimiz, bir yanıyla da (Mihail Bahtin bundan hiç söz etmez ama) farklı kan gruplarının bir araya geldiğinde kan uyuşmazlığına neden olmaması değil midir?
Sekizgenin her köşesine kısaca bir göz attığımızda, uyuşmazlığa neden olmayan kan karışımını ya da farklı genlerin oluşturduğu genom haritasını daha net biçimde görebileceğimizi sanıyorum. Elbette bu bir zorunluluk değil, bir okuma biçimi, okuma tercihi. Yoksa her bir kitap/kitapçık tek tek ele alınabilir, kendi ekseni etrafında değerlendirilebilir.
SOKAĞINDA BÜYÜCÜYÜ HÂLÂ YAKIYORLAR
Elif Kanık’ın 'Londinium'u, 'The göç' adlı şiirle başlıyor. Göçmenlik şiirlerin temel meselesi ve kitabın adı, içeriğiyle çok uyumlu. Londinium, Londra’da, Times nehri kıyısında MS. 47-50 yılları arasında kurulmuş, uzun yıllar Roma Britanya’sının ekonomik merkezi olmuş bir yerleşim yeri. Demografik olarak da, tarih boyunca hep etnik bir çeşitliliğe sahip olmuş. Şiir öznesi, tam da bugün, sanki bu etnik çeşitliliğin sürmesine katkıda bulunurcasına, bir kültürel düalizmin içinde buluyor kendini: “geniş akan bir ırmak şehri ikiye ve gelişimi buranın/ ikiye böldüğünde ıvır zıvırımı ikiye/ kitaplığımda diller ikiye…” Ve ardından, bu şehirde yaşanan duygu durumu sertleşiyor: “melatonin ve opium çantası Londinium/ bu bir alan asla atlamayacağım”. Ancak, atlanıyor ister istemez. Çünkü Beyoğlu’nda bir binadan çıktığında, kendini aniden Hyde Park’ta bulabiliyor insan.
Şiirlere, hem hayatın hem kitaplıktaki dillerin ikiye bölünmüşlüğü simgeleyecek/ güçlendirecek biçimde İngilizce sözcükler ve terimler sızmış. “dün yaşananlar hâlâ taze. the defence described the trial as unfair diyor. bbcde göçmenler var. gel. haberi yutalım, sindirelim. beyaz dışında herkes people of colour var…”
“pasaport sırasında bu çizgiden sonrası others” ise, insanın “buradan da taşınmayı düşün/ eve” demesi çok normal. Peki ya ev nedir? Dönmeyi düşünülen ev nerededir? Bırakılıp gidilen yere geri dönülebilir elbette. Bırakılan yer, dönülen yerle aynı mıdır peki? O zaman eve bakalım. Kitabın belki de en can alıcı dizelerine… “evi kaldığı yerden devam ettirebilmek/ evi söylenmemiş bir şey bulunur duvarında yankılanır/ evi şeffaf içinden geçeceğiz bazılarımız yerleşti bile/…/ evi yastıklara sar/ evi tabaka haline getir sar/ evi sıkıştır cebine sığacak çünkü…”
Sığmayacak aslında. Çünkü, laf aramızda, “sokağında büyücüyü hâlâ yakıyorlar”. Buradaki sokağında mı oradaki sokağında mı, bambaşka bir sokakta mı yoksa… Ne fark eder ki?
KEŞKE KESMENİN DEĞİL KIRILMANIN KIYMETİNDE KALSAYDIK
Dizinin diğer bir kitabı, Nihat Özdal’ın 'Makas'ı. 'Makas', yer yer makasın destanı, yer yer makasın standardizasyonu, yer yer makasın melodramı olarak okunabilecek kısa şiirlerden oluşuyor. Bir bütün olarak ele alındığında ise, “makasın her hali” çıkıyor ortaya. “Makasın temel işlevi, bir şeyi kesmektir” ancak, “bu işlevi yerine getirmek için iki bıçak arasındaki bağımlılık kullanılır. Daha azıyla yapabileceklerimiz için keseriz. Bir ülkeyi, kumaşı, dalı, duyguyu…” Hatta, “Haksızlık gördüğümüz yerlerden, paylaşılacak olanları, fazlalığı, çok uzayanı, benzer talimlerle aynı açılarda keseriz.”
Kesmek, makasın temel işlevi. Varoluş gerekçesi. Önce makası keşfettik, sonra kesmeyi öğrendik. Neyi kesmeyi? “çelik telleri, elbise modellerini, saç şekillerini, bahçe peyzajını, dokuma tezgahlarını…” Yine de, “otlar kadar yetenekli olsaydık, kesmek yerine kırılmanın kıymetinde kalırdık” demekten geri durmamış Nihat Özdal.
Düzyazı şiir ya da şiirsel düzyazı diyebileceğimiz, çağrışımdan zengin makas hamlelerinin arasına, makasla ilgili ansiklopedik bilgiler de yerleştirilmiş. Kısacası makas, bir şiirsel nesne olmanın ötesinde yer yer kabul edilen, hatta övülen, yer yer karşı çıkılan, reddedilen bir fenomene dönüşmüş. Eğer biz, kabul edilme arzusunu, sevilmeyi, ait olmayı, yüzümüzü silmeyi, bir eli tutmayı çizgili yerlerinden kesip çıkartabilseydik hayatımızdan, o zaman makas, dünyasal amacını gerçekten yerine getirmiş mi olurdu yoksa bizi şu andakinden bile daha hasarlı parçalar haline mi dönüştürürdü, gerçekten emin değilim.
KAP BENİM ŞEKLİMİ ALIYOR
Bu serideki, bence en ilginç kitaplardan biri Emre Varışlı’nın 'Ben Yüce Bir Kartonum'u. Lirik şiirlerin, düzyazı şiirlerin, fotoğrafların ve deneysel bir çalışmanın bir arada olduğu bu toplam, dizideki sekiz genin bir araya toplanmasının ötesinde, aynı kitap içinde bir şairin farklı genlerini içermesi açısından dikkate değer.
Varışlı’nın daha önceden tanıdığımız şiirsel söylemi içinde yer alan, “Geri dönmeni isterdim. Seninle her şeyin kötüye gitmesini isterdim./ kocaman bir tişörtün içine seninle birlikte girmek isterdim/ yanında osurmayı, dua etmeyi, seni evde bırakıp dansa gitmek isterdim/ içimdeki gotik plaj, çarşaftaki ter ve torbada biriken kullanma kılavuzları…” gibi, bir yanıyla yeraltı edebiyatı kapsamında değerlendirmenin de mümkün olduğu dizelerinin yanı sıra, aynı kitapta bir de “Duchamp’s Fountain” adlı şiirle karşılaşıyoruz. Şiir şöyle başlıyor: “<html style=height: 100%”><head<>meta name=”viewpoet”/ content=”width=device-width, minimum-/…”
Bu kendi içindeki gen karmaşasının nedenlerine ait ip uçlarını, yine şairin kendi dizelerinden yola çıkarak bulabiliriz sanıyorum. “Bir genetik laf taşıyorum ağzımda. Kap benim şeklimi alıyor.” diyor “Parti bitti, partiye devam” adlı şiirinde. Tüm bunlar, kabın şairin kendi şeklini almasının dışavurumudur belki de. Kaldı ki, “Alalım arkadaşı” adlı şiirde de “maskülenliğin abartısı bir travestizmdir, şair travestizme göz kırpar, aşırıysa eğer.” söylemiyle karşılaşıyoruz. Belki de dizelerin arasındaki travestizmi açığa çıkarmanın peşindedir Emre varışlı, kim bilir…
Dizinin kalan beş kitabıyla ilgili değiniler, haftaya…