Sekiz soruda Venezuela Krizi
Bugün Venezuela o kadar büyük bir uçurumun eşiğinde ki, bir yandan Maduro’nun iktidarda kalmasının bedeli Venezuelalılar açısından her gün biraz daha ağırlaşacak, diğer yandan Maduro iktidardan düşerse Bolivarcı Devrim’in tüm kazanımlarını süpürmeye yönelik çok sancılı bir dönüşüm süreci yaşanacak.
Esra Akgemci*
Son beş yıldır tarihinin en büyük kriziyle boğuşan Venezuela, Trump’ın yeni muhalefet lideri Juan Guaidó’yu “geçici başkan” olarak tanımasının ardından yeni bir krizle karşı karşıya geldi. Bu noktaya nasıl gelindiğini anlayabilmek için, Chávez’in bıraktığı mirasın adım adım nasıl aşındığını görmek gerekiyor.
1) Petrol zengini bir ülke nasıl bu hale geldi?
Venezuela’nın içinde bulunduğu krizle ilgili anlaşılması gereken ilk nokta, petrol zengini bir ülkenin nasıl bu kadar büyük bir ekonomik iflasa sürüklendiği meselesi olmalı. Venezuela, 300 milyar varil ile dünyanın en büyük petrol rezervlerine sahip ülkesi, ancak petrol endüstrisi bu rezervleri kullanabilecek kadar güçlü değil. 266 milyar varille dünyanın en büyük ikinci rezervlerine sahip olan Suudi Arabistan günde 10 milyon varil petrol üretirken, Venezuela’da bu rakam ABD ambargosundan önce 3,5 milyon kadardı. ABD’nin Venezuela’ya ambargo uygulamaya başladığı Ağustos 2017’den bu yana ise petrol üretimi yüzde 60’lık bir düşüşle günde 2 milyon varile kadar geriledi.
Petrol endüstrisi maliyeti çok yüksek olan, her yıl milyarlarca dolar yatırım gerektiren ve Venezuela gibi çevre ülkeler açısından ekonomiyi dış yatırımlara bağımlı hale getiren bir sektör. Chávez’in amacı Venezuela’nın petrol üretimi ve ihracatında ABD’ye olan bağımlılığını kırmaktı, ancak petrolünün yaklaşık yüzde 80’ini ABD’ye satan bir ülke açısından bu hiç de kolay bir iş değildi. Chávez, Çin, Hindistan ve İran’la kurduğu stratejik ittifaklar sayesinde Venezuela’nın petrol ihraç ettiği pazarı çeşitlendirmeyi ve ABD’nin petrol ihracatındaki payını yüzde 40’lara kadar düşürmeyi başardı. Ancak Chávez 2013’te öldüğünde ABD hâlâ Venezuela’nın en büyük müşterisi konumundaydı.
Dolayısıyla Chávez’in miras bıraktığı “Bolivarcı Devrim” denilen sosyalizme geçiş sürecinin en zayıf yanı, petrol fiyatlarına bağımlı olmasıydı. “Misyon” adı verilen sosyal yardım politikalarıyla gecekondu mahallerinde (barrio) yaşayan en yoksul kesimlerin eğitim, sağlık ve barınma gibi ihtiyaçlarının karşılanması ve yeni bir toplumsal üretim ilişkisi kurmayı hedefleyen kooperatif modelinin temellerinin atılması, yüksek petrol gelirleri sayesinde mümkün olmuştu. Ancak 2013’ten itibaren emtia fiyatları hızla düşmeye başlayınca petrol fiyatlarındaki hızlı düşüş, gelirinin yüzde 95’i petrole dayanan Venezuela ekonomisi açısından çok büyük bir şok oldu. Enflasyon kısa süre içerisinde yüzde 18 binlere tırmandı, stokçuluk yüzünden temel gıda ürünlerine erişimde ciddi sıkıntılar ortaya çıktı ve bu şartlar altında muhaliflerin tırmandırdığı şiddetle birlikte Maduro iktidarında Venezuela çok derin bir kriz ve çatışma ortamının içine sürüklendi.
2) Maduro neden Kurucu Meclis oluşturdu?
Ülkenin içinde bulunduğu durumda iktidarda kalmak, Maduro açısından kısa sürede bir ölüm kalım meselesi haline geldi. Böyle bir ortamda Maduro’nun önceliği, Chávez’in bıraktığı mirası ve devrimin kazanımlarını korumaktansa kendi iktidarını güçlendirecek adımlar atmak oldu. Aralık 2015’teki parlamento seçimlerinde Demokratik Birlik Masası (MUD) altında birleşen sağ muhalefet mecliste çoğunluğu kazanınca Maduro da bir karşı hamle olarak parlamentonun yasama yetkisini elinden almaya çalıştı. Kurucu Meclis, bunun bir aracı olarak gündeme geldi. Maduro her ne kadar Kurucu Meclis’i yeni bir anayasa yazmak için oluşturduğunu açıkladıysa da, Chávez’in en önemli miraslarından biri olan 1999 Anayasası’nı neden ve nasıl değiştirmek istediği konusunda tatmin edici bir açıklamada bulunamadı. Katılımcı mekanizmalarla geliştirilen bir sürecin ürünü olan bu anayasa Latin Amerika’daki en demokratik anayasalardan biri ve Chavista’lar (Chávez yanlıları) tarafından da sahipleniliyor. Bu açıdan Maduro’nun referanduma gitmeden Kurucu Meclis oluşturma kararı alması, eski Adalet Bakanı Luisa Ortega gibi Chavista’lar tarafından da büyük bir tepkiyle karşılandı. Ancak Maduro bu tepkilere rağmen Temmuz 2017’de Kurucu Meclis’in üyelerini belirlemek için seçime gitti ve yüzde 41 katılım oranıyla gerçekleşen seçimler sonucunda ortaya sadece Maduro yanlılarından oluşan bir Kurucu Meclis çıktı.
3) ABD neden ekonomik yaptırım uygulamaya başladı?
Sağ muhalefetin liderliğindeki Ulusal Meclis’in yetkilerini askıya alan Kurucu Meclis, Maduro’nun meşruiyetinin sorgulanmasına yol açtı. Böylelikle Chávez iktidarından bu yana Venezuela’da rejimin değişmesi yönünde baskı yapan ve ülkedeki muhalifleri NED (Demokrasi için Ulusal Fon) aracılığıyla destekleyen ABD için büyük bir fırsat doğmuş oldu. Ağustos 2017’de Trump yönetimi, ABD’nin “Venezuela’daki tek meşru demokratik kurum” olarak Ulusal Meclis’i tanıdığını ve meclisin çalışmasını engelleyen Maduro hükümetine yönelik ekonomik yaptırımlar uygulamaya başlayacağını açıkladı. Öncelikle petrol sektörüne yönelik bir ambargo uygulandı ve bir yıl içerisinde Venezuela 6 milyar dolar gelir kaybına uğradı. Bu durum ülkedeki açlık ve kıtlık sorununu da tetikliyor ve ilaçlara erişim sıkıntısıyla gelişen sağlık krizinin büyümesine yol açıyor. Maduro, “Savaşta yeni bir dönem başlıyor. Bu Kurucu Meclis’le artık topyekûn savaşın içindeyiz” demişti. Gerçekten de öyle oldu. ABD’nin yaptırımlarının ardından ülkedeki mevcut kriz, Venezuelalıların hayatını tehdit eden bir savaşa dönüştü.
4) Kendisini “geçici başkan” ilan eden muhalefet lideri kim?
Maduro’nun 10 Ocak’taki yemin töreninden bir hafta önce, 5 Ocak’ta göreve başlayan yeni Meclis Başkanı Juan Guaidó 35 yaşında, orta sınıftan gelen, öğrenci hareketinin içinde kendini göstermiş genç bir lider. Özellikle 2007’de Chávez’in anayasal değişiklik için gerçekleştirdiği referandum sürecinde gelişen öğrenci hareketinde öne çıktı. Bu noktada Chávez iktidara geldiğinde sadece 15 yaşında olan Guaidó’nun çok erken bir yaşta Chávez karşıtı (anti-Chavista) hareketin içinde örgütlendiğine dikkat çekmek gerekiyor. Bu açıdan Venezuela’da görmeye alışık olduğumuz üst sınıftan gelen, yurt dışında, nezih üniversitelerde eğitim almış elit muhalefet liderlerinden farklı bir profili var.
Guaidó, bu kadar genç bir yaşta Ulusal Meclis’in başına geçebilmesini muhalefet cephesini oluşturan MUD içindeki belirli pazarlıklara borçlu. MUD içinde iki ana hattan söz edebiliriz. Bir yanda 2013’teki başkanlık seçimlerinde Maduro’ya karşı yarışmış ve kıl payı kaybetmiş olan Henrique Capriles’in temsil ettiği diyalog yanlısı bir grup, diğer yanda ise Maduro’nun seçimle gitmeyeceğine inanan ve sürekli şiddeti kışkırtarak iktidara karşı bir “yıpratma savaşı” veren, Leopoldo López’in temsil ettiği bir grup var. Meclisin yeni başkanı Guaidó da daha baskın olan bu ikinci grupta yer alıyor.
2002’de Chávez’e karşı darbe girişimini desteklemiş olan, 2014’te ise Maduro karşıtı gösterileri örgütleyen ve sokak çatışmalarını kışkırtan Leopoldo López, Ağustos 2017’den bu yana ev hapsinde bulunuyor ve ülkedeki en etkili muhaliflerden biri olarak öne çıkıyor. Leopoldo López’in 2009’da kurduğu Voluntad Popular (Halk İradesi) partisinin kurucu üyelerinden olan Guaidó, meclisin başına geçer geçmez Maduro’ya karşı darbeyi kışkırtan söylemlerde bulunarak pozisyonunu açıkça belli etti. Guaidó, “gaspçı” olarak tanımladığı Maduro’nun ülkedeki anayasal düzeni gasp ettiğini söyledi ve “Venezuela halkı, ordu ve uluslararası toplum bizi iktidara taşımalıdır” diye konuştu. Guaidó ayrıca, Pérez Jiménez diktatörlüğünün 1958’de devrildiği gün olan 23 Ocak’ta Maduro iktidarına karşı halkı sokağa çıkmaya ve büyük bir protesto gösterisi yapmaya çağırdı. Buna karşın Maduro da “Venezuela halkı bütün bu girişimlere nasıl cevap vereceğini biliyor” diyerek meydan okudu. Bu kadar kritik bir noktada Trump’ın, protestolar sırasında kendisini ülkenin “geçici başkanı” ilan eden Guaidó’yu resmen tanıması ise krize ayrı bir boyut kazandırdı.
5) Trump’ın Guaidó’yu “geçici başkan” olarak tanıması ne anlama geliyor?
2002’deki Chávez’e yönelik darbe girişiminden bu yana ABD’nin Venezuela’ya yönelik politikalarında öne çıkan darbe yanlısı bir tutum vardı. ABD yönetiminin darbe girişiminden haberdar olduğuna dair bazı CIA belgeleri ortaya çıkmış ve NED darbe yanlısı muhalifleri fonlamaya devam etmişti. Bugün Trump’ın orduyu göreve çağırarak açıkça darbeyi kışkırtmış olan Guaidó’yu devlet başkanı olarak tanıması, bunların hepsinden daha vahim bir duruma yol açıyor. Trump, ABD’nin Venezuela’daki darbecilere olan desteğini açıkça ilan etmiş oldu.
Bu çok riskli ve tehlikeli bir adım. Maduro’nun meşruiyeti sorgulanıyor olabilir ama bu, darbe girişimini ya da darbeci söylemleri meşru hale getirmemeli. Bunun yerine Maduro’yu meclisi tanımaya ve muhalefetle uzlaşmaya zorlayacak girişimlerde bulunulmalıydı. Maduro’yu istifaya zorlayan baskı mekanizmaları sorunu derinleştirmekten başka bir işe yaramadı.
Venezuela’da ordunun üst kademeleri Bolivarcı askerlerden oluştuğu için darbe ihtimali zayıf görünüyor ve Maduro da arkasındaki halk desteğine dayanarak olası bir darbe girişiminden aynı Chávez gibi kurtulabileceğini düşünüyor. Oysa Venezuela eski Venezuela değil, Maduro da Chávez değil. Olası bir darbe girişimi karşısında Chavista’lar elbette Maduro’yu savunacaktır ancak ülkenin hâlihazırda içinde bulunduğu kargaşa ve şiddet ortamı göz önünde bulundurulduğunda böyle bir girişimin, sonucu ne olursa olsun çok kanlı olacağı da açık. Trump’ın ekonomik ambargo uygulayarak ve Guaidó’yu resmen tanıyarak aldığı pozisyon, Venezuelalılar için ölüm fermanından başka bir şey değil.
6) Guiadó’yu başka hangi ülkeler tanıyor?
ABD’nin bir ülkeye yaptırım uygulamasının, bir ülkedeki siyasi otoriteyi tanımamasının sonuçları çok ağır oluyor. Venezuela’ya yönelik yaptırımların ardından ABD’yi AB ve Kanada izlemiş, krizi çözmek için kurulan Lima Grubu’nun üyeleri de Maduro’yu tanımadıklarını ve Venezuela’ya ekonomik yaptırımlar uygulayacaklarını açıklayan bir deklarasyon yayınlamışlardı. Trump’ın Guiadó’yu resmen tanımasının ardından da yine AB ve Kanada’nın yanı sıra Lima Grubu üyeleri olan Arjantin, Brezilya, Şili, Kolombiya, Kosta Rika, Guatemala, Honduras, Panama, Peru ve Paraguay gibi Latin Amerika ülkeleri de Guiadó’yu tanımakta gecikmediler. Lima Grubu ülkelerinden sadece sosyalist Obrador hükümetinin iktidarda bulunduğu Meksika, grubun deklarasyonuna katılmadığı gibi Guiadó’nun tanınmasına da karşı çıkarak bunun bir egemenlik ihlali olduğunu ve tarafsız kalacağını açıkladı.
Bu tabloda Maduro’nun kendi bölgesinde bile ne kadar yalnızlaştığını açıkça görmek mümkün. 21'inci yüzyıl başlarında Latin Amerika’da hâkim olan sol rüzgâr çoktandır tersine döndüğü için bugün Maduro’yu destekleyenler arasında sadece Küba ve Bolivya kaldı. Bölge dışından ise Rusya, İran, Çin ve Türkiye gibi ülkeler Maduro’nun destekçileri olarak öne çıkıyor.
7) Türkiye’nin krizdeki pozisyonu nedir?
Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın Maduro’yu arayarak desteğini ilettiğini, sözcüsü İbrahim Kalın’ın attığı tweet’ten ve Maduro’nun yaptığı açıklamadan öğrendik. Ayrıca AKP Sözcüsü Ömer Çelik de Guiadó’nun tanınmasını gayrimeşru bir eylem ve Venezuela halkına yapılmış bir hakaret olarak tanımladı. Ancak dikkat edilirse Rusya’dan gelen ilk tepkiler Türkiye’ye göre çok daha sert. Rus Dışişlerinden ve Kremlin’den yapılan açıklamalar, Maduro’ya tam destek vermekle kalmıyor, aynı zamanda ABD’yi askerî bir müdahaleye karşı açıkça uyarıyor. Erdoğan da mutlaka açıklama yapacaktır ancak bir kriz anında durumun gidişatı beklenmeden verilen ilk tepkiler ipucu vermesi açısından daha önemli.
Türkiye’nin son dönemde Venezuela ile yakın ilişkiler geliştirmesinde belirleyici olan esas unsur, ABD ile olan müttefiklik üzerine kurulu geleneksel ilişkisinde bazı krizler yaşamasıydı. Ancak son dönemde Türkiye-ABD ilişkileri her zaman göründüğü gibi olmayan, çok muğlak bir zeminde ilerliyor. Dolayısıyla Türkiye’nin Venezuela’ya verdiği desteğin daha çok söylem düzeyinde kaldığını, iki ülke arasında gelişen ticari işbirliği dışında bu desteğin güçlü bir siyasi karşılığı olmadığını görmek gerekiyor. Başka bir ifadeyle, kendisi de bir darbe girişimine maruz kalmış olan Erdoğan (içeride kendi pozisyonunu güçlendirmek için) elbette Maduro’yu ülkesini karıştıran bir “üst akıla” karşı destekleyecektir ancak Türkiye’nin siyasi pozisyonunu belirleyen son kertede ABD ile ilişkileri olacaktır.
8) Venezuela’yı ne bekliyor?
Maduro’nun ilk tepkisi ABD ile diplomatik ilişkileri kesmek ve diplomatların ülkeyi terk etmesini istemek oldu. Ancak ABD bu kararı tanımıyor. Dolayısıyla Venezuela’yı öncelikli olarak bir dizi diplomatik kriz bekliyor. Diğer yandan Maduro’nun Guiadó başta olmak üzere bazı muhalefet liderleri hakkında tutuklama emri vereceği, buna karşılık ABD’nin yeni yaptırımları devreye sokacağı yönünde beklentiler var. Bütün bunlar Venezuela’da artık diyalogdan yana hiçbir umut kalmadığını, krizin bundan sonraki süreçte daha da derinleşeceğini gösteriyor. Hem Maduro yanlılarının hem de muhalefetin sokağa çıkmasıyla ülkedeki şiddet olayları da hızla artacaktır. Maduro’nun bu koşullara direnmesi gerçekten çok zor, ancak burada esas tehdit altında olan, Maduro iktidarı değil, Chávez’in bıraktığı Bolivarcı Devrim mirası, daha doğrusu o mirastan geriye kalanlar.
Maduro, bugüne kadar attığı adımlarla tercihini “ne pahasına olursa olsun” iktidarda kalmaktan yana kullandı. Ancak bu tercih, devrimin kazanımlarını riske attığı gibi Maduro’nun da meşruiyetini büyük ölçüde kaybetmesine yol açtı. Kurucu Meclis’i oluşturarak Trump’ın eline çok büyük bir koz veren Maduro, ülkesinin ambargo altında ezilmesi karşısında çaresiz kaldı. Bugün Venezuela o kadar büyük bir uçurumun eşiğinde ki, bir yandan Maduro’nun iktidarda kalmasının bedeli Venezuelalılar açısından her gün biraz daha ağırlaşacak, diğer yandan Maduro iktidardan düşerse Bolivarcı Devrim’in tüm kazanımlarını süpürmeye yönelik çok sancılı bir dönüşüm süreci yaşanacak. Böyle bir çıkmazın içinde Venezuela’nın geleceği epey karanlık görünüyor.
*Arş. Gör., Selçuk Üniversitesi, Uluslararası İlişkiler Bölümü